Kadının Sağlık Penceresi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kadının Sağlık Penceresi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Yaşam Enerjisi Nedir ?

     
       5.000 Yıl öncesinden beri bilinen. 

Çeşitli ulusların değişik isimlerle kabul ettiği ve varlığı bilimsel olarak ta kanıtlanmış Evrensel enerjidir…

Seçkin Rus bilim adamları tarafından yönetilen bilimsel deneylere dayanarak, Semyon Kirlian; fotoğrafladığı insanların, hayvanların ve bitkilerin ultra hassas bir kamera yöntemiyle fiziksel bedenin etrafındaki renkli ışık enerji alanını göstermiştir.

Bu tekniğe Kirlian Fotoğrafçılığı adı verilmektedir. 

Enerji alanı (Aura) görülebilir fiziksel bedene nüfuz ederek, cilt yüzeyinden yaklaşık 8 yada 10 cm yayılır.

Kirlian fotoğrafçılığındaki deneyler, fiziksel olarak hastalık ortaya çıkmadan beden enerjisindeki ilk görünen hastalıklı enerjileri de ortaya çıkarmıştır. 


 
Bir kişinin düşünceleri ve hisleri, beden enerjisini önemli ölçüde etkilemektedir.

Her insan doğuştan bir enerji ile doğar ve yaşamı boyunca enerji üretmeye ve evrenden almaya devam eder.

Bu enerjiye Japonya Ki, Çinliler Chi, Müslümanlar Baraka, Hintliler Prana, Yunanlılar Prevma, Polonyalılar Mana, Yahudiler Ruah, Batılılar Kozmik Enerji, Kahunalar Mana derler. Tibet Lung, Tasavvufta ise bu enerji Nefes olarak geçer.

Haber Kaynağım :
http://www.ailevadisi.net/

Bunu yaparsanız depresyon riski yarı yarıya düşüyor

14 bin yeni doğum yapmış kadınla yapılan araştırma, anne sütünün doğum sonrası depresyon riskini yarı yarıya azalttığına işaret etti.

BBC Türkçe’nin haberine göre; Emzirmek isteyip de emziremeyen kadınların ise depresyon riskinin en yüksek olduğu grupta yer aldığı belirtildi.

Dünya Sağlık Örgütü bebeklerin ilk altı ayda yalnızca anne sütüyle beslenmesini öneriyor.

Ancak Cambridge Üniversitesi uzmanları, emzirmenin anneler üzerindeki etkisinin henüz net olarak tespit edilmediğini söylüyor.

"EN YÜKSEK RİSK"

Yapılan araştırmalara göre, her 10 kadından biri doğum sonrasında depresyona giriyor.

İngiltere'nin güneybatısında yeni doğum yapmış 13 bin 998 kadının katıldığı araştırmaya göre, bebeklerini emziren kadınlarda post-natal (doğum sonrası) depresyonu görülmesi riski yarı yarıya azalıyor.

Ancak emzirmek isteyip de emziremeyen kadınlarda depresyon riski yüzde 50'den fazla artış gösteriyor.

Araştırmayı yürüten ekipten Dr. Maria Iacovou, "Anne sütüyle beslenmenin koruyucu etkileri var. Ancak madalyonun diğer yüzünü de görmeliyiz" dedi.

Dr. Iacovou "Emzirmek isteyip de emziremeyen anneler, en yüksek risk grubunda yer alıyor" diye konuştu.

Dr. Iacovou, anne sağlığının gelişmesinin bebeğe de yardımcı olacağını belirtti.

Ulusal Kadın Doğum Vakfı’ndan Rosemary Dodds ise annelerin doğum sonrası acı, uykusuzluk ve kaygı bozukluğu gibi sorunlar yaşadığını söyledi.

Dodds "Emzirme, annelerin rahatlamasına yardım eder ve stresi azaltır. Dolayısıyla psikolojik sorunların büyümesine karşı kendilerini koruyabilir" diye konuştu.

Haber Kaynağım :
http://odatv.com/

Topuk dikeninden kurtulmanın dört yolu

 Sabahları yataktan kalktığınızda ilk birkaç adımınızı atarken topuğunuzda ağrı mı hissediyorsunuz?

Bu ağrı nedeniyle adım atmakta güçlük mü çekiyorsunuz? 

Aynı sorunu uzun süre ayakta kaldığınızda da yaşıyor musunuz?

Yanıtınız ‘evet’ ise dikkatli olun, şikayetlerinizin nedeni zamanla kronik ağrıya yol açan ve yürümeyi önleyen ‘topuk dikeni’ olabilir!

 Topuk dikeni; atletizm ve koşu gibi yüksek aktivite düzeyli sporlarla uğraşan sporcuların yanı sıra uzun süre ayakta duranlar, hatalı ve uzun süre kullanılmış ayakkabı giyenler ile kilolu kişilerde sıkça ortaya çıkıyor.

En sık görülen nedeni olduğu için de tıbbı terminoloji olarak “Plantar fasit” isimi ile adlandırılıyor.

 Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Doç. Dr. Barış Kocaoğlu, topuk dikeninde hastaların ayaklarının altında, özellikle de plantar fasyanın topuk kemiğine yapıştığı yerde şiddetli ağrıdan yakındıklarına dikkat çekerek şunları söylüyor:

“Topuk dikeninde şikayetler aralıklı künt bir ağrı ile başlıyor ve zamanla artan sürekli ağrıya dönüşüyor.

Topukta oluşan ağrı genellikle ayakta dururken veya sabah uyanıldığında atılan ilk adımlarda veya uzun süreli oturmanın ardından kalkıp adım atarken şiddetleniyor.

Hastalık ilerledikçe ağrı tüm güne yayılabiliyor. 

Hasta ağrı nedeniyle yürüyüş yapmakta zorlanabiliyor, sert tabanlı ya da yüksek topuklu ayakkabıları giyemez hale geliyor. 

Hatta ağrı istirahat halindeyken bile devam edebiliyor.”

 Doç. Dr. Barış Kocaoğlu, topuk dikenine neden olan faktörleri şöyle sıralıyor:

- Sporcularda, özellikle koşucularda antrenman programında yapılan değişiklikler sonucu görülüyor.

- Sporcu olmayan kişilerde ise uzun süreli sert zeminde yürüme, ayakta durma veya merdiven çıkma sonrasında ortaya çıkıyor.

- Özellikle masa başı işi olan ve sürekli oturarak çalışan kişilerde 1 günlük uzun süreli ayakta durma sonucu gelişebiliyor.

- Kötü ayakkabı kullanımı da topuk dikeni yapıyor. 

Özellikle ayakkabılarda kullanılan hammaddenin yarı ömürleri genelde 1-2 yıl olduğu için rafta çok bekleyen ayakkabıların kullanılması ayak tabanındaki reaktif yükü arttırarak plantar fasyaya normalden fazla yük bindiriyor.

- Kilolu olan hastalarda normal aktiviteler ile ortaya çıkabiliyor.

Doç. Dr. Barış Kocaoğlu topuk dikeni için pek çok tedavi alternatifleri olduğunu belirterek bunları şöyle sıralıyor:

- Topuk dikeni kronik bir iltihabi reaksiyon sonucu geliştiği için anti iltihabi ağrı kesicilerin tedavideki yerleri sınırlı oluyor.

Tedavinin ilk aşamasını aşil tendon ve plantar fasya için yapılan basit germe egzersizleri oluşturuyor.

Örneğin aşil tendonun yatakta yatarken büyük bir havlu ile gerilmesi bu egzersizlerden birini oluşturuyor.

Germe hareketlerinin ayakta duvara 30 derece eğim ile yaslanarak, topuklar yerde iken en az 30 saniye boyunca yapılması gerekiyor.

- Ayak ortezleri de tavsiye edilebiliyor. Gece atelleri arka bacak kasları ve plantar fasyanın gerginliğinin devamının sağlanmasında etkili olabiliyor.

- Ağrı düzelmezse fizik tedavi, kortizon enjeksiyonları ve destekleyici ayakkabılar tedavi seçeneği olarak sunuluyor.

- Yeni bir tedavi yöntemi olan Ekstra Korporal Şok Dalgası’da (ESWT) de yararlı oluyor.

Çilt kesisi gerektirmeyen bu yöntem kronik iltihabi reaksiyonu şok dalgaları vererek akut reaksiyona çeviriyor ve iyileşmeyi sağlıyor.

Başka bir deyişle, elektro hidrolik şok tedavisi kronik durumu akut duruma döndürüyor.

Doç. Dr. Barış Kocaoğlu, konservatif tedaviye 6 ay yanıt vermeyen durumlarda cerrahi tedavinin önemli bir seçenek olduğuna dikkat çekerek şunları söylüyor:

“Günümüzde cerrahi yaraların ayak tabanında çok zor kapanması ve ayakkabı giyilmesi sırasında skar dokuların rahatsızlık vermesi nedeniyle açık ameliyat tercih edilmiyor.

Artık avantajları nedeniyle kapalı yöntemler sıkça uygulanmaya başlandı.

Plantar fasiit tedavisinde 2.4 milimetrelik endoskop kullanılarak yapılan kapalı yöntemle plantar fasia medialindeki hasarlı doku rahatlıkla temizlenebiliyor ve gevşetme uygulanabiliyor.

Ameliyat açık ameliyattaki büyük kesilerin yerine sadece 2.4 mm’lik kesilerle yapıldığı için erken dönemde işe dönüş daha hızlı oluyor ve ayakkabı kullanımında sakınca oluşturmuyor. "

Haber Kaynağım :
http://www.cumhuriyet.com.tr/

Ses neden kısılır? Ses kısıklığı neden oluşur?

Ses kısıklığının sebepleri,ses kısılmasının önlenmesi, Ses kısıklığının sebebleri nelerdir, Ses kısıklığı nedir nasıl oluşur, detaylar haberimizde..

Ses kısıklığı deyip geçmeyin.


Çoğu zaman basit bir soğuk algınlığı göstergesi gibi algılanan ses kısılması aslında çok ciddi hastalıklar için önemli bir ipucu da olabilir.

Ses kısıklığı neden oluşur, daha kusursuz bir ses için neler yapılmalı?

Ses Kısıklığı Ne Demektir?


Ses kısıklığı deyince genellikle sesin azalması veya hiç çıkmaması olduğu düşünülür ancak her türlü normalden farklı ses oluşumuna ses kısıklığı denir.

Sesteki çatallaşmalar, titreşimler, boğuk ses ve diğer tüm ses değişikliğine ses kısıklığı denir.

Ses Kısıklığı Neden Oluşur?


Ses kısıklığı oluşturan çok sebep vardır. 

Bunlar arasında çok basit ve kendiliğinden dahi iyileşebilecek sebepler olduğu gibi ciddi ve tedavisinin büyük ameliyatlar olabileceği hastalıklar olabilir.

Ses kısıklığına sebep olabilecek hastalıklar arasında şunlar sayılabilir:

-Larenjit (Gırtlak iltihabı)

-Ses tellerinde nodül,kist veya polip gibi iyi huylu kitleler

-Akciğer hastalıkları

-Ses teli hareketini sağlayan sinirlerin felci

-Alerji veya iltihaplara bağlı geniz akıntısı

-Mideden yukarı doğru asit kaçağının olması (reflü)

-Gırtlak ve çevresindeki dokuların tümörleri

-Ses telleri çevresine gelen darbeler

-Psikolojik sebepler

-Şeker hastalığı veya sinir sistemi hastalıkları gibi vücudun diğer bölgeleriyle birlikte ses telinide tutan hastalıklar


Nelere Dikkat Etmeliyim

 Ses kısıklığının olmaması veya olursa da kolay iyileşmesi için hastanın dikkat edeceği bazı durumlar vardır. Bunlara arasında şunlar sayılabilir:

-Sigara ve alkol kullanılmaması (sigaranın rolü çok daha fazladır)

-Sesin doğru tonda, kalınlaştırma ve inceltmeleri fazla yapmadan, kullanılması

-Çok uzun süre konuşmaktan kaçınılması

-Diaframı kullanarak, gırtlak kaslarını çok yormadan konuşulması

-Bol su içilmesi

-Boğaz temizleme hareketini yapmaktan kaçınılması

-Mideden asit kaçağın olan hastalar için akşam saatlerinde çay, kahve, kola, alkol alınmaması, mideyi dolduracak kadar yemek yenmemesi, yemek yiyip hemen yatılmaması, yüksek yastıkta yatılması

-Bulunduğunuz ortamın nemi ve ısısının uygun olması

SES NASIL OLUŞUR?

Sesin oluşumunda; akciğer, larenks (gırtlak ve üst solunum yolları ve sinüsler değişik görevler üstlenmektedir.

Bunlardan akciğer, larenkste yerleşen ses tellerinin titreşmesini sağlayan basınçlı havayı temin eder.

Larenks ses tellerini barındırarak sesin oluşumunda önemli bir görev üstlenmektedir.

Üst solunum yollan ve sinüsler ise oluşan sesin şekillenmesini (rezonans) sağlar.

Yukarıdaki bahsi geçen organların değişik rahatsızlıkları sesin karakterinin bozulmasına neden olur.

SES KISIKLIĞI NEDEN OLUŞUR?

Ses kısıklığı, özellikle sesini uzun süre kullanan meslek gruplarında (öğretmen, ses sanatçıları vs.), sigara, çay ve kahve gibi keyif vericileri bol miktarda kullananlarda daha sık olarak görülmektedir.

Ses kısıklığına neden olan patolojilerin büyük çoğunluğu ses telleri üzerinde veya çevresinde yerleşir.

Bu patolojiler içinde diğerlerine göre daha az görülmesine karşın en ciddi olanı ses telinden kaynaklanan kötü huylu tümörler (nodul, polip, reinke ödemi, kistler vs.) aynı şekilde kendini ses kısıklığı yaparak belli etmektedir.

Ses kısıklığı yapan diğer patalojiler ise enfeksiyonlardır.

Bunlardan özellikle kış aylarında toplum için büyük bir sağlık problemine neden olan üst solunum yollan enfeksiyonları önemli yer tutar.

Bir diğer ses kısıklığı nedeni ses tellerinin tek veya çift taraflı felçleridir.

Bu duruma özellikle guatr operasyonları sırasında ses tellerini hareket ettiren sinirin kesilmesi sebep olmaktadır.

Vücudun başka bölgelerinde yerleşenlere nazaran ses tellerinin kötü huylu tümörleri çok erken dönemlerde ses kısıklığı yaparak erken teşhise olanak sağlamakta ve bu da hastalımın ilerlemeden tedavisine olanak sağlamaktadır.

Bu nedenledir ki 10 günü aşan ses kısıklığı durumlarında mutlaka kişinin kulak burun boğaz muayenesi olması gerekmektedir.

KULAK-BURUN-BOĞAZ HASTALIKLARI UZMANINA NE ZAMAN MUAYENE OLMAK GEREKİR?


* Ses kısıklığı 2-3 haftadan uzun sürerse,

* Ses kısıklığı ile birlikte aşağıdaki belirtiler varsa:

* Soğuk algınlığı gibi belirli bir neden yokken ağrı bulunması,

* Öksürükle kan gelmesi,

* Yutma güçlüğü,

* Boyunda şişlik,

* Birkaç günden uzun süren tam ses kaybı veya seste şiddetli değişiklik olursa.

Ses kısıklığı şikayetiyle başvuran hastalarda özellikle yapılması gereken dikkatli bir şekilde hastanın sorgulanmasıdır.

Bu esnada hekimde ses kısıklığının nedenine yönelik bir fikir doğacaktır.

Takiben yapılan muayenede en önemli aşama, kötü huylu tümörlerinde mümkün olan en erken dönemde tümöral kitlenin cerrahi olarak temizlenmesidir.

Ses tellerinin iyi huylu tümörlerinden nodüllerde özellikle ses tellerinin endoskopik (kamera ve ekran yardımıyla) olarak görülmesidir.

Bu sayede ses tellerinin görünüm ve hareketleri ayrıntılı olarak değerlendirilmektedir.

Ses kısıklığına neden olan patalojiler’in sık olarak görülen üst solunum yollarının enfeksiyonlarının tedavisinde antibiyoterapi, siscemik dekonjestan, anti-flamatuar ilaçlarla sıkça başvurulmaktadır.

Özellikle bu dönemde kişinin sıvı tüketimi¬ni artırması tedaviye yardımcı olması bakımından çok önemlidir. Ses kısıklığının ilerlememiş vakaİarda konuşma terapisiyle fayda görmektedir.

Ancak poliplerde, kistlerde, reinke ödeminde cerrahi olarak kitlelerin çıkarılması gerekmektedir.

Sonuç olarak, pek çok değişik nedenle meydana gelen ses kısıklığının tedavisinde en önemli nokta erken teşhistir.

Erken dönem’de tespit edildiğinde, sınırlı cerrahi rezeksiyonla kolaylıkla tedavisi mümkün olan ses tel¬lerinin kötü huylu tümörleri teşhiste gecikildiğinde hayati tehlike yaratan sağlık problemi haline gelmektedir.

SES KISIKLIĞINI ÖNLEMEK İÇİN NELER YAPILMALIDIR?

* Sigara içiyorsanız bırakın

* Kafein (kahve, kolalı meşrubatlar) ve alkol kullanımından kaçının

* Sigara dumanı bulunan ortamlardan kaçının

* Bol su için

* Evinizin havasını nemlendirin

* Gıdanıza dikkat edin - Baharatlı gıdalardan kaçının

* Sesinizi uzun süreyle ve yüksek şiddette kullanmayın

* Ses kısıklığı olduğunda sesinizi dinlendirin

DAHA BİLLUR BİR SES İÇİN HİJYENİK TAVSİYELER

Boğazınızı sert biçimde temizlemeyin.

Genelde gıcıklanmayı önlemek ya da mevcut salgıları temizlemek için boğazımızı temizleme ve öksürme ihtiyacı hissederiz.

Ancak, bu hareket ses tellerinin çok şiddetli şekilde birbirlerine çarpmalarına ve tahrişine neden olur.

Tahriş sonucu ses telleri üzerindeki dokulardan salgı oluşumu daha da artar.

Boğaz temizleme ihtiyacı hissedildiğinde tercih edilecek en iyi yöntem hızla burnunuzu çekip yutkunmaktır.

Bu hareket ses telleri üzerinde biriken ve ses kalitenizi olumsuz etkileyen salgıların uzaklaşmasını sağlar.

Boğazınızı temizleme hareketinden vazgeçemiyorsanız ve bu bir alışkanlık haline gelmişse bunu en sessiz şekilde yapın.

Böylece ses tellerine vereceğiniz zararı en aza indirgemiş olursunuz.

Boğazdaki rahatsızlık hissini gidermek için esnemek, bir miktar su içmek de yararlı olabilir.

Sürekli ve şiddetli öksürük ses tellerinin tahrişine ve şişmesine neden olur.

Genellikle bu tarz öksürük soğuk algınlığı, allerji veya sigara içmeye bağlıdır.

Bu tür durumlarda sorunun çözülmesi için altta yatan asıl nedenin tedavi edilmesi ya da ortadan kaldırılması gerekir.

Konuşurken sizin için doğal olan ses perdesini kullanın.

Birçok kişi en alt perdeden konuşarak sesini kalınlaştırır ve sesine otoriter bir hava vermeye çalışır.

Bazı insanlar da normalden daha yüksek perdeden konuşurlar. Oysa, insanların belli bir ses perde aralığı vardır ve normalde konuşmalarının %70’ini bu ses aralığında yaparlar.

Belli bir eğitim almadan bu aralığın sınırları dışına çıkmak sesi olumsuz etkiler.

Bu nedenle, normalde kullandığınız ses perde aralığının dışına çıkmamaya çalışın; yani ne çok kalın, ne de çok ince sesle konuşmaya çalışmayın.

Fısıldamak da ses telleri için zararlı olabilen bir konuşma şeklidir.

Sesinizi korumak amacıyla fısıldayarak da konuşmayın; sesinizin yüksekliği, hemen karşınızda biri oturuyormuşçasına olmalıdır.

Bırakın karşınızdaki kişi sizi duymak için gayret göstersin. Gün içinde belli aralıklarla sesinizi dinlendirmeye de özen gösterin.

Sesinizi kullanırken nefesinizi ayarlamayı öğrenin.

Yeterli solunum desteği sağlamadan konuşmak, boyundaki ve ses tellerini kontrol eden kaslara ilave yük getirir ve sesin etkinliğini azaltır.

Konuşma sırasında bir nefeste gerektiğinden fazla kelime söylemeye çalışmak zararlıdır.

Konuşma sırasında cümleleri bölmeye, önemli kelimelerden önce duraklamaya, yazılı metinleri okurken virgüllerde yeni bir nefes almaya özen gösterin.

Bu işlemleri çok sık tekrarlayarak alışın ve konuşmanın anlamını ve akışını bozmayacak şekilde nefesinizi kullanmayı öğrenin.

Unutmayın ki, güzel ve doğal bir ses için ses tellerinin titreşmesi yanında güçlü ve doğru bir solunum desteği gerekir.

Uzun süreli konuşmayın.

İş gereği olsun ya da olmasın, sürekli konuşan kişilerde ses yorgunluğu gelişir.

Bu kişiler genellikle şikayetlerini ses kısıklığı tarzında ifade ederler.

Bu durumu önlemek için kısa süreli ses istirahati yararlı olur.

Gürültülü ortamlarda konuşmayın.
Diskotekler, spor salonları, tren istasyonları, otomobil ve otobüsler, uçaklar, tiyatrolar, toplantı salonları ve amfiler sesin zorlanmasına neden olacak şekilde sesin aşırı kullanılmasına gerek duyulan ortamlardır.

Bu gürültülü ortamlarda konuşmak ses yorgunluğu, boğazda ağrı ve ses kısıklığına neden olur.

Böyle ortamlarda nispeten yüksek perdeden, yani daha ince bir ses tonuyla konuşulmalı ve nefes aralarında daha az sayıda kelime kullanılmalıdır.

Sigara içmeyin, aşırı alkol kullanmayın.


Sigaranın boğaz, gırtlak ve akciğer dokuları üzerine olan olumsuz etkileri herkesçe bilinmektedir.

İlk etapta bu dokularda şişme ve iltihap gelişimi oluşur.

Sigaraya devam edildikçe bu olumsuz değişiklikler kanser oluşumuna kadar devam edebilir.

Günde bir kadeh alkolun ses üzerine etkisi çok fazla değildir.

Ancak günlük aşırı kullanımı sonucu ses telleri üzerindeki ince kan damarları genişler ve ses kısıklığı ile beraber düşük perdeli kalın bir ses oluşur.

Bol sıvı alın ve bulunduğunuz ortamları nemlendirin.

Sağlıklı bir ses için vücudun ve ses tellerinin bol sıvıya ihtiyacı vardır; bunun için bol su içmek ses için yararlıdır.

Solunum yolları için ideal nem oranı %35-50 arasındadır; özellikle ses sorunu olan kişilerin bulunduklaru mekanlarda havayı nemlendirmeleri gerekir.

Bunun için buhar cihazlarından veya kaynatılmış sudan yararlanılabilir.

Aşırı kuruluk ses tellerinde tahrişe ve şişmeye neden olur.

Allerji ilaçları (antihistaminikler), grip ilaçları ve idrar söktürücüler gibi bazı ilaçlar ses telleri üzerindeki salgıları azaltarak sesi olumsuz etkilerler.

Toplum önünde konuşurken önlem alın.

Bir topluluk önünde konuşma yaparken mümkünse mikrofon kullanın.

Gerekirse amplifikatör kullanarak ses perdenizi ve şiddetini yükseltmek zorunda kalmayın.

Sesinizi kullanmadan önce ısındırın. Vücudunuzun genel direncini bozmamak için fazla yorulmayın ve stresinizi giderin.

Sağlıklı günlerde buluşmak dileğiyle.

Haber Kaynağım :
http://www.habergazete.com/

Bardakta Mısır'da Büyük Tehlike...

Hijyen Konseyi Sözcüsü Mehmet İmrek, bardakta mısır satanların kullandığı karıştırma kaplarının, bir sonraki işlem için yıkanmadan ve dezenfekte edilmeden açıkta muhafaza edildiğini savunarak, 

"Daha sonra açık ortamda her türlü zararlı bakterilere maruz olan bu kap, bir başka kullanım için yeniden kullanılarak tüketicilere bardak bardak mikroplu mısır olarak servis ediliyor" dedi.

Konseyin, hiçbir yere ve makama bağlı olmadığını belirten İmrek, 1 Şubat'ta faaliyetine başlayan kuruluşta, gıda mühendisleri, veteriner hekimler, hukukçular, sağlıkçılar ile gıda ve tüketici derneklerinin yer aldığını kaydetti.

Konsey olarak bardakta mısır satışlarına dikkati çekmek istediklerini vurgulayan İmrek, seyyar arabalarda veya dükkanlarda satılan bu mısırların, sağlıklı olup olmadığı ile besleyiciliğinin tartışılmasının yanı sıra hijyen kurallarına uygun hazırlanıp satıldığından söz edilmesinin mümkün olmadığını anlattı.

Cadde, sokak veya alışveriş merkezlerinde açık ortamlarda duran karton bardağın içine, yine kapalı ortamda saklanmayan karıştırma kabı içinde kaynatılıp ılıtılmış, çeşitli sos ve baharatlarla tatlandırılmış mısırın konulduğunu anlatan İmrek, şöyle devam etti:

"Bardakta mısır satanların kullandığı karıştırma kabı, bir sonraki kullanım için yıkanmadan ve dezenfekte edilmeden açıkta muhafaza ediliyor.

Daha sonra açık ortamda her türlü zararlı bakterilere maruz olan bu kap, bir başka kullanım için yeniden kullanılarak tüketicilere bardak bardak mikroplu mısır olarak servis ediliyor.

Ülkemizdeki mevzuata göre mısırların içine konulduğu bardakların da Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığından izinli, ruhsat almış işletmelerce üretilmesi gerektiği halde hiçbir kurala uyulmadan açıkta satılan bu ürünleri tüketen çocukların ve gençlerin sağlığı tehdit altındadır."


"Bekleme süresi uzadığında risk daha da artmaktadır"

Dünyadaki üretimin neredeyse tamamına yakını genetiği değiştirilmiş organizmalı olan mısırın, çok çabuk mikroorganizma üreyebilecek karakterde olduğunu ileri süren İmrek,

"Özensiz tüketilmesi sağlıklı olmadığı gibi her türlü hastalık yapıcı mikroplara açık ortamlarda iş yerinin ve personelinin, Gıda Hijyen Sertifikası olmadan satışına izin verilmesi de halk sağlığı için sakıncalıdır" ifadesini kullandı.

Gıda satışı yapan iş yerleri ve personelinin "Hijyen Eğitimi Yönetmeliği" gereğince sertifikalandırılmasının zorunluluğuna dikkati çeken İmrek, sertifikası olmadığı halde faaliyette bulunanların, Umumi Hıfzıssıhha Kanununun 282'nci maddesi gereğince 250 lira ila bin lira arasında idari para cezası ile cezalandırıldığını belirtti.

Bardak mısırın 72-75 derece sıcaklıkta pişirilip tüketim için 30-35 derece sıcaklığında tutulduğundan, mikroorganizmaların çoğalmaya başlayacağını dile getiren İmrek, şunları kaydetti:

"Bekleme süresi uzadığında risk daha da artmaktadır. Güvenli tüketim için pişmiş besinler, ısılarını kaybetmeye başlamadan hemen yenmesi gerektiğinden bardakta mısır için bu kurala uyulmamaktadır.

Haşlanmış mısırın pişim aşamasından sonra hemen tüketilmesi gerekir ancak bu satışlarda gün boyu tüketim için sıcak tutulduğundan mikropların barınabildiği ve hızla arttığı şartlar oluşmakta, ısıya bağlı olarak çoğalan ve bulaşan mikropların sebep olduğu bağırsak enfeksiyonları, ishal, gıda zehirlenmeleri, tifo, viral hepatit A, malta humması gibi hastalıklar ortaya çıkabilmektedir."


İmrek, Hijyen Konseyi olarak bunun takipçisi olduklarını ifade ederek, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ile ilgili diğer kamu kurumlarının ortak denetimler yaparak hijyen kurallarına uygun şartları taşımayan bu gibi satıcıların yasada belirtilen niteliklere uygun hale getirmeleri için yasal işlem başlatmasını istedi.

Mehmet İmrek, önlem alınmaması durumunda mevzuata uygun olmayan yerlerin kapatılması için dava açacaklarını sözlerine ekledi.

Haber Kaynağım :
Anadolu Ajansı haber bülteninden alınmıştır.
http://www.cumhuriyet.com.tr/
http://onedio.com/

ABD’li Diyetisyen’den Karpuz Peynir Diyeti

ABD’de 120 binin üzerinde baskı yapan ’Doğal Yağ Kaybetme Eczanesi’ kitabının yazarı Prof. Dr. Harry Preuss, iyi bir diyette en önemli noktanın her şeyi bir denge içinde tutmak olduğunu belirterek, yaz aylarıyla birlikte yeniden gündeme gelen karpuz - peynir diyetine tehlikelere dikkat çekerek onay verdi.

Georgetown Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Harry Preuss, 22 Mayıs Avrupa Obezite Günü öncesi, ikinci kez geldiği Türkiye’de, Antalya’da düzenlenen 35’inci Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kongresi’ne katıldı.

20 yıl öncesine kıyasla artık sokaklarda daha çok şişman insan olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Preuss, dünya genelinde artan obezitenin altında, ailesel alışkanlıklardan kültürel etkilere, yeni oluşan beslenme şekillerine ve hareketsiz bir yaşama kadar birçok sebep bulunduğunu söyledi. 

Obezitenin bu çok yönlü durumunu anlatmak için ’Globalzite’ kavramını öneren Prof. Dr. Preuss,

"Obezite her ekonomik düzeydeki insanın sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Bunun ekonomik düzeyle çok alakalı olmadığına dikkat çekmek istiyorum.

Zengin insanlarda büyük masalarda, her türlü yiyeceğin bulunduğu masalarda yedikleri akşam yemekleri ve buna eşlik eden sosyal içicilikle obezite ortaya çıkarken fakir insanlarda ise yüksek düzey karbonhidrat tüketimi obeziteye neden oluyor"
diye konuştu.

YAĞIN VE ŞEKERİN SAVAŞI

Artık her türlü yiyeceğe her yerde ulaşılabildiğini ve yüksek kalorili çok fazla yiyeceğin bulunduğunu belirten Prof. Dr. Preuss, hareketsiz bir yaşam içinde insanlarının harcayamayacağı kadar kalori aldığını kaydetti.

İnsanlarda son 5 yılda şekerin kan basıncını etkilediğine ilişkin farkındalık başladığına dikkati çeken Prof. Dr. Preuss, şekerin kan basıncı üzerindeki etkisini vücutta yağ birikimini artırması olarak açıklarken, bu yağlanmanın özelikle bel çevresinde oluştuğunu belirtti.

Prof. Dr. Harry Preuss, bu noktada özellikle çayda, kahvede tatlandırıcı olarak kullanılan sofra şekerinin yarattığı tehlikeyle dikkat çekti. 

Bu tip şekerde fruktoz ve glukozun birlikte bulunduğunu kaydeden Prof. Dr. Preuss,

"Türkiye’de durumu bilmiyorum ama sadece Amerika’da sadece şeker kamışından gelen, sadece glukoz içeren ürünleri kullanıyoruz" dedi.

’MEYVELER BİR İYİ BİR KÖTÜ’

Prof. Dr. Preuss, meyvelere özel bir parantez açarak meyvelerin ’en kötü şeker’ olarak işaret ettiği fruktoz içerdiğini söyledi.

Fare deneylerinde sadece fruktoz verilen deney hayvanlarında yağlanmanın glukoz verilen gruba göre daha fazla olduğunu kaydeden Prof. Dr. Preuss "Meyve en kötü şeker türü fruktoza sahip ama aynı zamanda lif ve potasyum açısından son derece zengin.

Yani meyve kendi içinde iyi kötü dengesine sahip. 

Fruktozun tek iyi yanı çok tatlıdır. Bu nedenle çok fazla tüketemezsiniz" diye konuştu.

Beslenme uzmanı Prof. Dr. Preuss, yaz mevsiminin gelmesiyle birlikte Türkiye’de karpuz - peynir diyetinin yeniden gündemde olacağının hatırlatılması üzerine, aşırıya kaçmamak kaydıyla bu tip diyetin zararlı olmadığını söyledi.

Karpuzun çok tatlı bir meyve olmasına karşın iyi bir meyve olduğunu ve kendisinin de tükettiğini belirten Prof. Dr. Harry Preuss,  

"Karpuzun içinde vücuda yararlı kimyasallar da var. O artık kendi içinde iyi kötü dengesine sahip" ifadelerini kullandı.

EN ÖNEMLİSİ DENGE

Beslenme biliminde her gün yeni bir şeylerin ortaya çıktığını belirten Prof. Dr. Preuss, beslenme alışkanlıklarına ilişkin şunları söyledi:

"En önemli nokta her şeyi belirli bir dengede tutmak. Amerika’da, bir sağlık politikası olarak da ortaya çıkan, insanların aldıkları gıdaların etiketine yağ oranına bakmaları tavsiye ediliyor.

Ama sadece yağa bakmanın bir anlamı yok. Yağdan kaçarken şeker yiyor olabilirsiniz. 

Gıda etiketlerinde önce kalori ve peşinden rafine karbonhidratların oranına bakmak gerekiyor.

Hayatı uzatmanın yolu alınan kaloriyi azaltmaktan, rafine karbonhidratlardan beyaz un, şeker, nişasta, patates, pirinç gibi ürünlerden uzak durmaktan geçiyor. 

Nişasta emilimini azaltıcı, karbonhidratı bloke edici besin desteklerinin de kullanılmasını önemsiyorum."

PROTEİN DİYETLERİNE DİKKAT!

Prof. Dr. Harry Preuss, bir soru üzerine, son yıllarda Türkiye’de son derece yaygın olan protein diyetlerinin ABD’de yıllarca önce bırakıldığını söyledi.

Bu tip diyetlerin pahalı olmasının yanı sıra ilerleyen dönemde kardiyovasküler problemler ve böbrek sorunlarını ortaya çıkardığını belirten Prof. Dr. Preuss, diyette karbonhidratı sıfıra indirmenin günlük enerji düzeyi anlamında sorunlu olduğunu kaydetti.

PROF. DR. HARRY PREUSS KİMDİR?

Georgetown Üniversitesi Tıp Merkezi İç Hastalıkları, Fizyoloji, Biyokimya, Patoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Harry Preuss, 220’den fazla karşılaştırmalı klinik çalışma, 190 genel tıp makalesi, 7 patent ve 250’den fazla abstrakta sahip.

Son yayınlanan kitabı ’Doğal Yağ Kaybetme Eczanesi’ 120 binden fazla satıldı.

Amerikan Beslenme Koleji’nin tarihinde seçilmiş 9’uncu masterı olan Dr. Preuss, tarihte Amerikan Beslenme Koleji Başkanlığına 1998, 2008 ve 2011 yıllarında üç defa seçilmiş tek isim. Dr. Preuss, halen, 1959 yılında kurulan Amerikan Beslenme Koleji’nin başkanlığını sürdürüyor.

Haber Kaynağım :
Doğan Haber Ajansı bülteninden alınmıştır.
http://www.habergazete.com/

Sakın Siyah ve Kırmızıyı Kullanmayın...

   Diş macunlarındaki renkler paketli ürünlerin hepsinde var makarna bile siyah sadece 1 markada mavi renk gördüm acaba onlarda da katkı maddeleri var mı aynı kodlama gecerli mi bilemiyorum.
.
    
Diş macunu tüplerinin dip tarafındaki renk farklılıklarına daha önce dikkat ettiniz mi ?

Renklerin anlamlar:

Yeşil : Doğal ürün
Mavi : Doğal ve tıbbi ürün karışımı
Kırmızı : Doğal ve kimyasal malzeme karışımı
Siyah : Tamamen kimyasal

Kırmızı ve Siyah rekli macun yada beyazlatıcılar sağlığınıza ciddi zararlar verir paylaşki tüm arkadaşlarımız öğrensin.

Haber Kaynağım :
https://www.facebook.com/

Fazla seks bu hastalığa yol açabiliyor

Uzmanlar, fazla seksin zararlı olabileceğine dikkat çekiyor.

Doktorlar tarafından balayı sistiti olarak adlandırılan rahatsızlık çok sık cinsel ilişki sonucu görülebiliyor.

İdrar yolu enfeksiyonları gibi Ağrıya ve yanmaya neden olan balayı sistiti, özellikle çok fazla seks yapanlarda rastlanıyor.

Yale Tıp Okulu'ndan jinekolog Dr. Mary Jane Minkin


"İdrar kesesine giden bir tüp olan üretra hemen vajinanın yanındadır. 

Seks yaptığınızda vajinadaki bakteriler üretraya ve oradan da idrar kesesine taşınabilir. 

Çok kısa bir zaman aralığında fazla seks yapıldığında bu tür enfeksiyonlar yaşanabilir," diyor.

Bir gece 3 kez arka arkaya yaşanan cinsel ilişki bu tür sonuçlar doğurabiliyor.

Doktorlar kayganlaştırıcı kullanmanın tahriş veya deride çatlak gibi sorunları önleyebileceğini dile getiriyor.

Herhangi bir ağrı veya yanma hissedildiğinde ise cinsel ilişkiye ara verilmesi ve doktora danışılması öneriliyor.

Haber Kaynağım :
http://www.egehaber.com/

Ağız kokusundan kurtulmanın üç kolay yolu

 
"Ağız kokularının yüzde doksanı dildeki bakterilerden oluşur" diyen Dr. Mehmet Öz, ağız kokusunu engellemek için size 3 öneri sunuyor.

 Toplumda dikkat edilmesi gereken ve insanların bir arada olduğu ortamlarda birbirlerinden rahatsız olmalarına neden olan 'ağız kokusu' problemini gündelik basit yollarla giderebilirsiniz.

 
Çözüm 1: Sabahları mutlaka bir şeyler yemelisiniz. Uyanır uyanmaz ağızda görülen koku çok normaldir. 

Geceleri ağız kurur. Bu durum bakterilerin ihtiyaç duyduğu kuru ortamı hazırlar.

*Kahvaltı, erken saatte ağız kuruluğunun geçmesini sağlayacaktır.

Çözüm 2: Su için. Susamadığınız zamanlarda bile su içerseniz, ağzınızda yer eden bakterilerin azalmasını sağlarsınız.

Çözüm 3: Diş ipi kullanın. Ağız kokusu ağız içinin durumunu yansıtan bir göstergedir. 
.
   

  Dişlerinizin arasında bulunan bakterileri sadece ve sadece diş ipiyle uzak tutabilirsiniz.

*Eğer dişi ipi kullanmazsanız yemek parçacıkları, ağzınızdaki bakterileri besleyecek ve ağız kokusunun yayılmasına neden olacaktır.

Haber Kaynağım :
http://www.cumhuriyet.com.tr/

Şeker hastalığı kadınlarda daha riskli


 Şeker hastası kadınların kalp-damar hastalıklarına yakalanma riskinin erkeklerden daha fazla olduğu belirlendi.

 İngiltere'deki Cambridge Üniversitesi'nden bilim adamlarının 850 bin kişinin katılımıyla yaptığı araştırma, şeker hastası kadınların kalp-damar hastalıklarına yakalanma riskinin erkeklerden yüzde 44 fazla olduğunu gösterdi.

Avrupa, Asya, Avustralya ve Kuzey Amerika'da daha önce yayımlanan 64 araştırmanın sonuçlarını değerlendiren bilim adamları, şeker hastalığının (diyabet) kadınlarda kalp krizi ya da inmeden ölüm riskini daha fazla artırdığını ortaya koydu.

Araştırmaya imza atanlardan Dr. Sanne Peters, kadınlarda riskin daha fazla olmasının erkek ve kadın arasındaki biyolojik farklılıktan kaynaklanıyor olabileceğini belirterek, kadınların tip 2 diyabet başlamadan önceki dönemde (prediyabetik dönem) daha dikkatli olması ve daha sık doktora gitmesi önerisinde bulundu.

Peters, kalp-damar hastalıklarının erkeklere özgü olmadığını hatırlatarak, bu hastalıklardan ölen kadınların sayısının meme kanserinden yaşamını yitirenlerden 7 kat fazla olduğuna dikkati çekti.

Araştırmanın sonuçları "Diabetologia" dergisinde yayımlandı.


Haber Kaynağım :
Anadolu Ajansı bülteninden alınmıştır.
http://haber.stargazete.com/

Mutlu olun yeter

Harvard Üniversitesi Genetik ve Kompleks Hastalıklar Bölümü Başkanı Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil,

“Canınız ne istiyorsa onu yiyin, mutlu yaşayın; mutluluk da çok önemli” dedi.

Dünya'da hastalıkların alarm verici bir ivme ile arttığına dikkat çekerek yükselen maliyetlerin yeni ilaçların geliştirilmesini engellediğini söyledi.

Prof. Hotamışlıgil, “Özellikle diyabet ve kardiyovasküler hastalıklara yönelik çıkarılan ilaçların yüksek maliyetleri ilaç endüstrisi için de yeni ve etkin stratejiler geliştirmeyi güçleştiriyor” diye konuştu.

Sabri Ülker Gıda Araştırmaları Enstitüsü Vakfı’nca (SÜGAV) düzenlenen “2. Beslenme ve Sağlıklı Yaşam Zirvesi” konulu toplantı dün Swissôtel’de gerçekleşti. SÜGAV’ın bu yılki sağlıklı yaşam zirvesi teması, “Her şey daha iyi bir yaşam için” olarak belirlendi.

Zirvede bu yıl ilk kez düzenlenen Sabri Ülker Bilim Ödülü’nü ise gıda güvenliği çalışmasıyla Gazi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Gülay Bayramoğlu kazandı. Bayramoğlu 100 bin liralık ödülün de sahibi oldu.

Prof. Hotamışlıgil “Gıdalar ve Sağlığın Korunmasında Yeni Ufuklar ve Uygulamalar” konulu bir bildiri sundu.

Obezite ve diyabetin insan vücudunun geç yaşlarda karşılaşacağı problemlerle erken buluşmasına sebep olduğunu belirten Hotamışlıgil gazetecilerin

“Ne yiyelim, ne yemeyelim” sorusunu ise “Canınız ne istiyorsa onu yiyin, mutlu yaşayın; mutluluk da çok önemli” diye yanıtladı.

Yeni ilaç sıkıntısı

Obezite ile diyabeti bağlayan ilk geni bularak bunlarla bağlantılı hastalıkların kaynağının tespiti dahil olmak üzere birçok başarılı çalışmasıyla bilim dünyasında birçok ödüle değer görülen Prof. Hotamışlıgil,

“Yükselen maliyetler, kardiyovasküler ve diyabet hastalıklarında yeni ilaçlar geliştirilmesini engelliyor” dedi.

Haber Kaynağım :
http://www.cumhuriyet.com.tr/

İşte kan grubuna göre felç riski

 
Hipertansiyon, şeker hastalığı, kolesterol yüksekliği ve sigara içiminin felç geçirme ihtimalini arttırdığı herkes tarafından bilinen bir gerçek.

Ancak yapılan son araştırmalar kan gruplarının da felç veya inme riski üzerinde ciddi etkisinin bulunduğunu ortaya koydu.

Op. Dr. Mustafa Kemal Çalık kan gruplarının felç ve inme riski üzerindeki etkilerini anlatıyor.

Harvard Üniversitesi Halk Sağlığı Enstitüsü tarafından yapılan yeni bir çalışmaya göre bazı kan guruplarına sahip insanlarda felç geçirme ihtimalinin daha yüksek olduğu saptanmıştır.

Bu çalışmanın ne kadar gerçekçi olduğunu anlamamız için 25 yıllık takipler sonucu yaklaşık 60.000 kadın ve 30.000 erkek hastanın incelenmiş olduğunu belirtmekte yarar vardır.

Bu çalışmada 'Kadın –erkek farkı olmaksızın AB kan grubuna sahip insanlarda O kan grubuna oranla felç geçirme ihtimalleri %26 daha fazladır ' deniyor.


Bir başka bulguya göre de O kan grubuna sahip kadınlar B grubu kadınlara oranla %15 daha fazla inme riski taşımaktadır.

Daha önce yapılmış çalışmalarda AB ve B kan grubuna sahip kişilerde koroner kalp hastalığı riskinin damar duvarı bozukluklarına bağlı olarak yüksek olduğu gösterilmiştir.

Çalışmalar A kan grubunda LDL (Düşük yoğunluklu Lipoprotein) düzeylerinin yüksek olduğu B kan grubu taşıyanlarda da Kolesterol yüksekliği ve Hipertansiyonun daha sık mevcut olduğu gözlenmiştir.

Çalışmada şaşırtan bir bulgu da B kan grubuna sahip kadınlarda felç riski %15 fazla bulunurken bu kan gurubundaki erkeklerde felç ihtimali azalırken kalp hastalığı riski artmaktadır.

Türkiye'de kan gruplarının görülme sıklığı: halkın yüzde 39'u A Rh pozitif, yüzde 29'u 0 Rh pozitif, yüzde 14'ü B Rh pozitif, yüzde 6'sı A Rh negatif, yüzde 5'i AB Rh pozitif, yüzde 4'ü 0 Rh negatif, yüzde 2'si B Rh negatif, yüzde 1'i de AB Rh negatif kan taşıyor.

Ülkemizde yapılmış kan grubu dağılım araştırmalarına göre O ve AB kan grubu yaygınlığı batıdan doğuya gidildikçe artmaktadır.

FELÇ (İnme) NEDİR ve BULGULARI NELERDİR?

Karotis arterler boynun her iki tarafında beyninize oksijenli kan taşıyan büyük atardamarlardır (Şah-damarı).

Bu damarlardan biri daraldığı zaman beyninize yeteri kadar oksijen taşınamaz.

Bu da 'Felç' olmaya neden olabilir. Bir başka felç nedeni de beynimizi besleyen damarların kanamasıdır.

Beynin herhangi bir bölgesine giden kan akımının geçici olsa bile durması felç durumuna yol açar.

Felç geçici olabilir ancak çoğunlukla kalıcıdır. 
.
   
 
Felç durumunda en çok görülen şikayetler şunlardır:

• Kollarınızda veya ayaklarınızda güç kaybı

• Uyuşukluk

• Görmenizde ani değişiklikler veya bir gözün tamamı ile kör olması,

• Konuşmanın anlaşılmaz hale gelmesi

• Yüz felci

• Ani bilinç kaybı
.
   

Sigara kullanmak, yüksek kolesterol, sağlıksız diyet, şeker hastalığı gibi çeşitli hastalıklar bu atardamarın daralmasına ve tıkanıklığa yol açabilir.

Tıkanıklık derecesi arttıkça felç olma riski de artar.

Haber Kaynağım :
http://www.cumhuriyet.com.tr/

'Gülmek, hafızayı güçlendiriyor'

Gülmenin, kısa süreli hafızayı olumlu etkilediği belirlendi.

ABD'deki Loma Linda Üniversitesinden bilim adamlarının araştırması, yaşlıların onları güldüren olayları ya da konuları daha iyi hatırlayabileceğini gösterdi. 
.
   

Bilim adamları, bazı katılımcılara 20 dakikalık komedi filmi izletti, bazılarından ise film seyretmeden sessizce oturmalarını istedi.

Daha sonra her iki grup hafıza testine tabi tutuldu ve stres hormonu seviyesini belirlemek için katılımcılardan tükürük örneği alındı.

Komedi filmi izleyenlerin kısa süreli hafıza testinde daha başarılı, stres seviyesinin de daha düşük olduğu görüldü.
.
   

Bilim adamları, gülmenin, hafızayı olumsuz etkileyen stres seviyesini azalttığını ve mutluluk hormonu seviyesini yükselttiğini, böylece hafızanın olumlu yönde etkilendiğini vurguladı.

Araştırmaya ilişkin makale İngiliz ''Daily Mail'' gazetesinde yayımlandı.

Haber Kaynağım :
http://www.cumhuriyet.com.tr/

Bahar yorgunluğundan kurtulmak için bunu yapın

 
Nuh Naci Yazgan Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Beslenme ve Diyetetik Bölüm Başkanı Prof. Dr. Neriman İnanç, bahar aylarında mevsim değişikliğine bağlı düşen vücut direncini artırmak, yorgunluk ve konsantrasyon eksikliğini gidermek için günde iki bardak süt içilmesini önerdi.

İnanç, yaptığı açıklamada, yaşam kalitesini azaltan bahar yorgunluğu konusunda gerekli önlemlerin alınmaması durumunda ağır rahatsızlıkların ortaya çıkabileceğini kaydetti.

Sütün içindeki sinir sistemini kuvvetlendirici vitaminler sayesinde bahar yorgunluklarının giderildiğini vurgulayan İnanç, şunları ifade etti:

“Süt; içerdiği protein, triptofan isimli amino asit, B2, B6, B12 vitaminlerinden zengin bir besin olması nedeniyle bahar yorgunluğundan korunabilmek için sinir sisteminde etkili olan günlük vitamin ihtiyacını karşılamaktadır.

Özellkle triptofan dışarıdan besinlerle almamız gereken bir elzem amino asittir. 

Kandaki triptofan düzeyindeki düşüşler, mutsuzluk belirtilerini artırmaktadır.

İyi bir triptofan kaynağı olan süt, bahar yorgunluğu kaynaklı tükenmişlik sendromuna etkili olduğu bilinen serotonin adlı maddenin üretimini uyarmaktadır. 

Bu sebeplerden dolayı, bahar yorgunluğundan korunabilmek için günde 2 bardak süt içilebilir.”

Haber Kaynağım :
http://odatv.com/

Göğüsleri büyüyünce hayatları da değişiyor.

     “Augmentationmammaplasty” olarak da anılan meme büyütme ameliyatları sonucunda yeni görünümlerinden memnun olan ve özgüveni yükselen kadınların memnuniyetlerinin cinsel yaşamlarına da yansıdığı araştırmalarla ortaya çıktı.

Meme büyütme ameliyatı daha dolgun görünümlü göğüslere sahip olmak ya da doğum, kilo kaybı ardından göğüs boyutunda oluşan küçülmeyi düzeltmek amacı ile silikon meme protezi kullanılarak yapılıyor. 

En çok tercih edilen estetik ameliyatların başında meme büyütme operasyonları geliyor.
.
     

  Kadın hastalar için en önemli yapısal organ olan memeler hem ruhen hem de bedenen kadını kadın yapan en önemli vücut parçası. 

Kadınlığın ve cazibenin vazgeçilmez bir unsuru olmasının yanı sıra beslenme ve üremenin de sembolü.

Son günlerde yapılan bir ankete göre, meme büyütme ameliyatları cinsel memnuniyeti de arttırıyor.
.
  

  Amerika Birleşik Devletleri kaynaklı estetik cerrahi platformu realself.com internet sitesinin yaptığı anket sonuçlarına göre meme büyütme ameliyatı yaptıran kadınların yüzde 61'i daha fazla cinsel ilişkiye girdiklerini, yüzde 70' i ise cinsel hayatlarından daha memnun olduklarını ifade ediyorlar.

SONUÇLAR SÜRPRİZ DEĞİL

Estetik ve Plastik Cerrahi Uzmanı Op. Dr. Güray Yeşiladalı anket sonuçlarının sürpriz olmadığını söylüyor.
.
   

   Op. Dr. Güray Yeşiladalı, “Meme büyütme operasyonu yaptığım hastalarım işlem sonrasında kesinlikle çok daha özgüveni yüksek bireyler haline geliyorlar. Bu özgüven yaşamlarının her bölümünde memnuniyet artışını beraberinde getiriyor.” dedi.

Op. Dr. Yeşiladalı meme büyütme operasyonu geçiren hastaların kendilerini daha iyi hissettiklerini, sosyal hayatlarında daha başarılı olduklarını ve bu kişilerde depresyon gibi ruhsal hastalıkların görülme riskinin azaldığını gösteren çok sayıda çalışma mevcut olduğunu ifade etti.

Haber Kaynağım :
http://odatv.com/

Esnemenin bir faydası daha ortaya çıktı

   Psikoloji ve Davranış dergisinde yayımlanan bir araştırmaya göre, esnemek beyin ısısının düşmesini ve zihinsel verimliliğin artmasını sağlıyor.

Physiology and Behaviour (Psikoloji ve Davranış) dergisinde yayımlanan bir araştırmaya göre, uyku düzeni ve stresin beyin ısısında dalgalanma yarattığı ortaya çıktı. 
.
    

   Esnemenin ise beyin ısısının dengede tutulmasına ve hücre metabolizmasının ideal seviyede kalmasına yardımcı olduğu belirtildi.

Önceki araştırmalarda esnemenin kandaki oksijen miktarını artırdığı söylenirken, bu araştırma sonuçlarında böyle bir bulguya rastlanmadığı belirtildi.

Haber Kaynağım :
http://www.cumhuriyet.com.tr/

Sıcak içecekler gırtlak kanserine davetiye çıkarıyor

İstanbul Samatya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Genel Cerrahi Klinik Şefi Opr. Dr. Mehmet Emin Güneş, gırtlak kanserinin son yıllarda arttığını belirterek

"Erzurum, Van, Kars ve Ağrı'da yemek borusu kanserine çok rastlanıyor. Nedeni ise çok fazla tüketilen sıcak çay" dedi. 
   
Dr.Güneş sözlerine şöyle devam etti:

Özellikle Erzurumlular 'kıtlama' denilen yöntemle ağızda şekeri tutarak çayı aşırı sıcak tüketir.

Bu da ağız tabanında ve yemek borusunda bir kronik hasara, kanser gelişmesine sebep olur.

Çaya şeker konulup karıştırıldığında, sıcaklığı bir miktar düşer. 

.
    

    Bu sıcaklık farkı kanser oluşumunda en önemli etken.

Kanser hücrelerinin en sevdiği beslenme maddesi şeker. 

Doğu ve Güneydoğu'da kış uzun sürüyor.

Bu nedenle sıcak ve demli çayı çok fazla tüketiyorlar.

Yutma güçlüğü, yutarken takılma hissi, en önemli belirtidir. 

.
     
 
         Hemen uzman hekime başvurmak gerekir. 

Bu tür hastalara derhal gastroskopi yapılmalı.

Kansere ait bir lezyon varsa, derhal temizlenmeli ve tedaviye başlanmalı.

Operasyonda yemek borusunun tamamı ya da midenin yarısı alınıyor.

Bu riskli bir ameliyattır.  

Türkiye'de de kısıtlı merkezlerde yapılır.

Bu operasyon İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi Genel Cerrahi Kliniği'nden Doç. Dr. Hasan Bektaş ve ekibi tarafından başarıyla gerçekleştiriliyor. 

Haber Kaynağım :
http://www.cumhuriyet.com.tr/

Hamileyken bunları yapmayın

      Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Prof. Dr. Aydan Asyalı Biri, erken ve ileri haftalarda kanama, amnion sıvısının erken gelmesi (zarların doğumdan önce yırtılması), bebeğin sıvısının az ya çok olması gibi sorunların yol açtığı riskli gebeliklerin, anne ve bebek için kalıcı bir hastalığa, hatta ölüme neden olabileceğini belirtti.

Yaptığı açıklamada, gebelik, gebeliğin seyri, doğum ve doğum sonrası dönemde, anne ya da bebeğin beklenenden daha fazla sorunla karşılaşma durumunun “riskli gebelik” olarak kabul edildiğini söyledi.

Bu risklere, annenin önceden var olan sorunlarının, kötü gebelik öykülerinin ya da gebelik sırasında ortaya çıkan sorunların neden olduğunu bildiren
Aydan Asyalı, şöyle konuştu:
.
     

       “Annenin önceden var olan hastalıkları (kalp hastalıkları, diyabet, tansiyon, böbrek hastalıkları vb), geçirdiği ameliyatlar(kalp ameliyatı, transplantasyon vb) kullandığı ilaçlar ve benzeri sorunlar nedeniyle gebe kalmadan önceki süreçte zaten anne ve bebekli ilgili riskli bir durumun olduğu biliniyor olabilir.

Yine anne adayının önceki gebeliklerinin öyküsü (düşükler, erken doğum, ölü doğum, vb) nedeniyle riskli bir gebelik olarak kabul edilir. 

.
      

     Başlangıçta normal başlayan bir gebeliğin seyri sırasında da bebekte (anormal ultrason bulguları, testlerde anormalik, down sendromu tarama testlerinde yüksek risk ortaya çıkması) ya da annede (tansiyon yükselmesi, gebelik şekeri vb) tespit edilen bir sorunda gebeliğin seyrini ve risk durumunu değiştirebilir.

Gebeliğin başından beri riskli olması ya da gebeliğin seyri sırasında oluşan sorunlar nedeniyle risk taşıması durumda sorunla başa çıkabilecek en uygun hekime, kliniğe başvurulması anne ve bebek açısından iyi sonuçlar alınması açısından önemlidir.”


YÜKSEK RİSK YARATAN DURUMLAR

Aydan
Asyalı, yüksek risk yaratan durumları da şöyle sıraladı:
.
     

      - Dahili ya da cerrahi hastalığı nedeniyle riskli gebeler: 

Kalp hastalıkları, yüksek tansiyon, diyabet (şeker hastalığı), tiroid hastalıkları (hipotiroidi, hipertiroidi), diğer endokrin hastalıklar, önceki gebelikte preeklampsi, böbrek hastalıkları (böbrek transplantasyonu geçirmiş gebeler vd.), sindirim sistemi hastalıkları (kolitis ülseroza gibi kronik barsak hastalıkları vs),enfeksiyon hastalıkları, LUPUS, FMF, MS gibi nörolojik ve otoimmün hastalıklar, astım ve benzeri kronik akciğer hastalıkları, kronik karaciğer hastalıkları.

- Kötü gebelik öyküsü: 

Düşükler, ölü doğum, tekrarlayan erken gebelik kaybı, erken doğum öyküsü, sakat doğum öyküsü, zor doğum öyküsü.
.
    

     - Mevcut gebeliğinde riski olanlar: 

Erken haftalarda kanama (düşük tehlikesi), ileri gebelik haftalarında kanama (erken doğum tehlikesi, plasentanın sorunları), amnion sıvısının erken gelmesi (zarların doğumdan önce yırtılması), bebeğin sıvısının az olması, bebeğin sıvısının çok olması, plasenta yapışma sorunları, bebeğin normalden az gelişmesi, bebeğin normal fazla gelişmesi, çoğul gebelikler (ikiz, üçüz ve üçüz üssü gebelikler), gebeliğin tetiklediği hipertansiyon (preeklampsi, eklampsi), gebelik şekeri.
.
    

    - Mevcut gebeliğinde yapılan tarama testlerinde yüksek risk tespit edilmiş gebeler: 

Down sendromu taraması için yapılan ikili - üçlü - dörtlü testlerde yüksek risk tespit edilmesi, anormal kan AFP (Alfa Fetoprotein) değeri, annede enfeksiyon için yapılan tarama testlerinde (toksoplazma, rubella v.b) anormal sonuç çıkan gebeler.
.
    

   - Mevcut gebelikte ultrasonografide sorun tespit edilen gebeler: 

Bebekle ilgili yapısal kusurlar; baş - omurilik, kalp, böbrek, iskelet vb anomaliler, bebeğin gelişimi ile ilgili anormallikler; beklenenden az gelişimi, aşırı fetal büyüme; amnion sıvısının az ya da çok olması.

Haber Kaynağım :
http://www.odatv.com/