Kadın hayatında en az üç erkeği yönetir!..


-“Uyarıyorum seni... Ben feministim...” demişti... 

Genç kadın...

-”Olabilir...” demiştim;

-”Benim için fark etmez...”

Feminizmin; “sosyal adalet, insan hakları, demokrasi, cinsiyet ayrımcılığı, etnik farklılıklar, ulusların kaderlerini tayin hakkı, insan eşitliği” gibi “sosyalizm teoreminin alt başlıklarından” biri olduğunu inandığım günlerdi...

Biraz egzantrik bulurdum feministleri...

Sonuçta durum fark etmezdi...

Sosyalizm ‘kadın sorunu’na da kesin çözüm getireceğinden, “ilerde eşim olacak kadının feminist olması fark etmezdi...”

Ayrıca feminizm Fransa’da serpilip gelişen Parisien bir akımdı...

Önünde sonunda “güzel bir şey” olmalıydı...

Ayrıca Simone de Beauvoir yeterince “mükemmel ve gelişmiş bir kadın olmasa” Sartre ona aşık olmazdı...

Böyle düşünmüş ve genç kadına;

-”Olabilir...” demiştim;

-”Benim için fark etmez...”

***************************
Bir kadının “gerçek gücünün farkında olmadığım” senelerdi o seneler...

Erkeğin hotzotlarını “güç”;

Kadının alttan alışlarını “taviz” olarak görürdüm...

Bir kadının eğer isterse -ki yeterince değerli görürse mutlaka isterdi- bir erkeği her şeyiyle yönetebileceğini keşfetmemiştim...

“Geleneksel kadın” denerek aşağılanıp, “eve mahkum olduğu gerekçesiyle, hakkında eşitlik istenen kadın”ların hepsinin; “hayatlarında en az üç erkeği, baştan sona yönettikleri” gizli kalan, kripto bir gerçekti...

GENÇ KIZIN İLK SAVAŞI “BABAYI YÖNETMEK İÇİN VERİLEN SAVAŞ...”

Bir kadın, daha kadın olmadan; çok önceleri, çocukluk yıllarında “baba”sını yöneterek “erkekleri yönetme becerisi”ne sahip olurdu...

Bir kız çocuğunun; kısa bir süre sonra ‘babasını yönetmesi’ leblebi çekirdek bir meseleydi...

Bu konuda karşısına dikilecek tek engel öz “anne”siydi...

Sanılanın aksine, anne kız arasında çocukluk ve gençlik yıllarında oluşan rekabet ve gerginliğin temelinde “evin erkeğini kim yönetecek” kaygısı vardı...

*************************
Evin “baba” figürü olup, kendini ‘yönetici erk’ varsayan erkeği, esasen kim yönetecekti?...

Anne ile kız(lar) arasında “duruma, şartlara ve zemine göre değişirdi...” bu durum...

Fakat genel gerçek hiç değişmezdi...

Baba, ya da koca, ya da oğul bir erkek dördüncü bir kadın hayatına girmemişse evin kadınları tarafından yönetilirdi...

***************************
“Bir şeyden anlamaz...”, “Ev işi ve çocuk büyütmekten başka bir şey bilmez...” diye aşağılanan kadın; aslında erkekleri baştan sona yönetme becerisine sahip bir varlıktı...

Bir kere “evi yönettiğini varsayan erkeği“ni yönetirdi...

Kadınlar bir başka kadının devreye girdiği durumlarda, erkeklerini “kızlar”ı üzerinden, yönetirlerdi...

Anne ile kızı arasında varolan geleneksel rekabet, ailenin kadınlarını topyekün tehdit eden üçüncü kadına karşı ittifak halini alır, bu kez iki kadın üçüncü kadına karşı erkeklerine sahip olma mücadelesine girerdi...

***************************
Hayat; “kadınların erkeği yönetme savaşı“ndan ibaretti...

Kadınlar aralarında verdikleri mücadeleyi, rekabeti, kavgayı ve savaşı, ayna biçiminde yaşama yansıtıyorlardı...

KADININ İKİNCİ BÜYÜK SAVAŞI “KOCASINI VE SEVGİLİSİNİ YÖNETME SAVAŞI...”

Babasanı yönetmeyi öğrenen genç kız, bir süre sonra evlenecek, ya da sürekli bir sevgili edinecek; bu kez de kocasını ve sevgilisini yönetme savaşına girecekti...

Kime karşı?...

Kocasına ya da sevgilisine karşı mı?...

Hayır!...

Kocasının ya da sevgilisinin annesine karşı...

“Toplumsal hayatın içinde yeri yok” diye aşağılanıp, “eşit” olması için mücadele edilen kadın; ikinci büyük meydan muharebesini “kocasına sahip olmak için ana kraliçeye karşı verdiği savaşta” gösterecekti...

Bir kadının; gerçek kadınlık rüştünü ispat ettiği yer, “babasını yönetirken annesine karşı kazandığı zafer değildi...

Kocasının ya da sevgilisinin annesine karşı kazandığı yönetim başarısıydı...”


*************************
Kadın, kocasının ya da hayatında önemli yer tutan erkeğin; annesine, yani ana kraliçeye karşı ‘erkeğini yönetme ve etkileme’ savaşını kazanırsa, “rüştü”nü ispat ederdi...

İkinci meydan muharebesi “kadınlık rüştü”nün ispat edildiği yerdi...

İkinci aşamayı nadir kadınlar başarır, büyük çoğunluk tabiat kanununun fazla vakit geçmeden tecelli etmesini beklerdi...

Erkeğin annesi vefat ettiğinde, yönetim ve ipler tamamen “erkeğin yanıbaşındaki kadının eline geçerdi...”

O zamana kadar kadın, “erkeğini, annesiyle birlikte yönetebilme” başarısı edinebilmişse, sonrası kolaydı...

Annenin vefatından sonra -bir süre için- büyük bir rakip kalmayacaktı...

Üçüncü bir kadın hayatlarına girmediği sürece...

Kızı varsa ayrıca avantajlıydı...

Kızıyla beraber üçüncü kadının üstesinden gelebilirdi...

KADININ ÜÇÜNCÜ AŞAMASI “PRESTİJ”... YANİ OĞLU...

Prestij filmi 1900’lü yılların başında Londra’da iki ünlü sihirbazın birbiriyle öldüresiye rekabetini konu alır...

Filmin başında “bir sihirbazın, sihrinin üç aşamadan oluştuğu belirtilir...”

Üçüncü aşama, kaybolan nesnenin yeniden yerine getirilmesi aşamasıdır...

Buna “prestij” aşaması denir...

Kadının sihrinin üçüncü aşaması yani prestij aşaması, oğlunu yönetmedeki ustalığıydı...

Bu da “sihir”deki üçüncü aşamaya yani “prestij”e tekabül ederdi...

Kadın babasını yöneterek, aile içinde yer edinmiş, kendini kabul ettirmişti...

Kocasını yöneterek rüştünü ispatlamış, toplumsal hayata damgasını vurmuştu...

Sırada “istikbal“i vardı...

Bu aşama hayatında eğer varsa üçüncü erkek olarak “oğlu“nu yönetme başarısıydı...

*************************
Oğlunu yönetmek bir kadının “prestij aşamasıydı...”

Aslında kadının önceki deneyimlerinde ve muharebelerinde kazandığı savaşlardan sonra, ‘kolay’ bir savaş addedilebilirdi, ‘oğlunu yönetme’ savaşı...

Fazla didaktik, egosantrik ve otokratik davranmaması koşuluğuyla...

Oğlunu yönetme savaşının meydan muharebesi, ise; ikinci kuşak kadına yani oğlunun karısına ya da sevgilisine karşı vereceği savaşta ortaya çıkacaktı...

Bu savaşta dikkatlibir strateji izleyecek, “oğlunu isteyen genç kadınla kavga etmeden, çocuğuna eskiden olduğu gibi istediklerini yaptırabilecekti...”

Maharet gerektiren pozisyon buydu...

Erkek; sevgilisi ya da eşiyle annesi arasında bir tenis topu gibi bir oraya bir buraya gidecekti...

İyi olan kazanacaktı...

Prestij tamamlanacaktı...

*************************
Bütün bu sürecin her aşamasında görüldüğü gibi sadece kadın vardı...

Tektil değil çoğul olarak...

Bir değil birçok kadın vardı...

Aralarında savaşan, meydan muharebesi yapan, rekabet eden, gerilimi tırmandıran, yumuşatan, kaderin tecelli etmesini bekleyen ya da beklemeden kavgaya girişen kadınlar...

Erkeksiz, karşı cinssiz...

Erkeğin gibi görünen hayatlar aslında kadınların hayatıydı...

Erkeğin mücadelesi gibi görünen savaşlar aslında kadınların savaşıydı...

**************************

Hayatı yürüten kadınlardı...

Satranç güzel bir oyundur...

Zeka, akıl, strateji bilgisi ve taktik becerisi gerektirir...

Ne ki; Satrancın çok önemli bir eksiği bulunur...

Filler, atlar, vezir, kaleler, şah ve piyonlar...

Her şey vardır satrançta...

Ne ki tek bir şey yoktur...

Kadınlar!!!

Oysa kadının olmadığı bir hayat ve savaş mümkün değildir...

“KALBİMİN ŞEKLİ BU DEĞİL...”

Satrancı erken bıraktım...

15 yaşından itibaren briçe geçtim, şampiyonluklara uzanmaya çalıştım...

Maça kızından, kupa kadınına...

Karo damından sinek güzeline...

Hayatı ve problemleri “kadının olduğu kartlarda” çözmeye çalıştım...

Sting’in “That’s Not The Shape Of My Heart” şarkısı maça kızından, kupa damına, karo güzelinden, sinek dilberine; kadınlarla dolu oyun kağıtlarından ilham alır sözlerinde...

That’s not the shape of my heart ya da; “Kalbimin şekli bu değil...”

Canım şimdi o parçayı dinlemek istiyor...

Yılın ilk gününde, yeni yılın şerefine...

“That’s not the shape of my heart...”

Haber Kaynağım :
Vatan Gazetesi köşe yazarı Reha Muhtar makalesidir.
http://haber.gazetevatan.com/