Hacı Kemal




“Sana kötü bir haberim var” dedi babam telefonda. “Hacı Kemal çok hasta. Gidici. Üzülme sakın” diye de tembihledi.

“Yoksa öldü mü?” dedim. “Ağır hasta, hastanede şimdi” dedi duyulur duyulmaz bir ses ile.

Torunu il birlikte oduna gitmiş. Torunu mırın kırın edince, seksen altı yaşında olmasına rağmen bir araba odunu dolduruvermiş tek başına. 

Sonra da hastalanmış.

En son geçen ay görmüştüm onu. Yine kahvede oturmuş gelen geçenle şakalaşıyordu. Üzüntülüydü biraz; yakın arkadaşlarından Mustafa ölmüştü yakın zamanda. 

Mustafa’nın yokluğunu hissediyor, “Bize de sıra geldi artık,” diyerek kederleniyordu. “Geçen sene Kalfa bu sene de Mustafa. Bakalım bize sıra ne zaman gelecek Çavuş?”

Fehim Çavuş da, “Sen benden önce gidersi Hacı” derdi gülerek. “Ama merak etme. Senin cenazene ben kaldıracağım. Gözün arkada kalmasın.” İşte böyle takılırlardı birbirlerine, yaşlıların o tatlı huysuzluğu içinde. 

Fehim Çavuş çarçabuk sinirlenir, kalbini kırardı onun. Sonra, “Hadi Hacı, atalım bir altmış altı,” diyerek gönlünü almasını bilirdi.

İri vücudu, uzun boyu, seyrelmiş ak saçları ve kalın mercekli gözlükleri ile karşımda duruyor Hacı Kemal. Alıngan değildi hiç. Hayatı hep keyifli tarafından yakalardı. 

Yine de duyuyordu arkasından konuşulanları. Duymazdan geliyordu. Alay ediyorlardı onunla. Susuyordu. Kuşak çatışması falan değildi onu böylesine farklılaştıran. Fikirleriydi. 

Bir haber izlese tutamıyor kendini konuşuyordu. Konuştukları ise birilerini kızdırıyordu sürekli. Adının önündeki “Hacı” lakabı sosyalist olmasından geliyordu. Biraz da alay ederdi din ile belki bu yüzden. 

Ekmek poşeti elinden düşmek üzereyken, “Düşüyor Hacı!” diyenlere, “Düşmez, düşmez” diyordu gülerek, “Alırken besmele çektim.” Din sömürücülerinden nefret ediyordu. 

Daha dünmüş gibi hatırlarım kahveye camiye yardım toplayacağız diye gelen sahtekarları kapı dışarı edişini.

Bir gün, yıllar yılı yapılayan köy yolunun seçim arifesinde yapılmasıyla köye bir milletvekili gelmişti ellerini ovuşturarak. 

Herkes milletvekilinin karşısında el pençe divan dururken, o, milletvekilini çok kızdıran bir soru sordu. 

Milletvekili hiddetle ayağa kalkarak, “Bırak bu modası geçmiş lafları. O düzen çoktan çöktü efendi” diye hiddetlendi. 

O, hiç oralı olmadan kalın merceklerinin ardından gülerek, “Bir gün doğacak bu güneş, hiç kimsenin şüphesi olmasın” dedi. Ve çekti gitti. 

Gençliğinde ele avuca sığmaz biriyken ağırlaşan yaşam koşulları onu olgunlaştırıvermiş. 

İstanbul’a gitmiş, ekmek kavgasına. İşçi olarak çalışmış yıllar boyu. Nasıl tanıştığını bilmediğim kitaplara açmış sonra dünyasını. Halkevlerine devam etmiş. Emekli olunca da köye dönmüş tekrar.   

Karısı ölmüş aradan yıllar geçmişti. Köye, doğup büyüdüğü yere alışmaya çalışıyordu besbelli. 

Köy odasında bir kütüphane oluşturmaya çalışmış ama bakmış kimse ilgilenmiyor, birkaç arkadaşı ile bırakmış insanlara ulaşma çabasını. Kendi kabuklarında tartışır olmuşlar bildiklerini…

Bir ara tekrar evlenmeyi kafasına koymuştu. “Dul bir nine arıyorum” diyordu. “Nereden bulacaksın bu yaşta karıyı?” dediklerinde, “Nâzım Usta bile altmışından sonra evlenmiş. Benim neyim eksik ondan” diyerek daha kocamadığını anlatmak istiyordu.

Beyaz tüylü, iri bir köpeği vardı. Çocukları çoktan iş güç sahibi olup kasabaya yerleştiği için köpeğiyle birlikte yaşıyordu. Onu her zaman en iyi yiyeceklerle besler, sık sık gezdirirdi. 

Kahvenin önünü mekan tutmuş topal kediye her gün yüz gram kaşar peyniri veriyordu. “Alıştırma şu kediyi. Bırak o da fare tutsun” diyenlere, “Onun ayağı sakat. Hele bir iyileşsin, kendiliğinden istemeyecek kaşarı” diyordu.

On yaşlarındaydım. Kahvede çalışıyordum. Onlar söğüt ağacının altında oturur, gece yarılarına kadar tartışırlardı. Hiçbir şey anlamazdım ama severdim onları dinlemeyi. Seslerinde tatlı bir ahenk vardı. 

Kimi zaman efkarlanır, hep bir ağızdan türkü söylerlerdi dizlerine vurarak. Kahveci gürültü yapıyorlar, müşterileri rahatsız ediyorlar diye pek hoşlanmazdı onlardan. Beni sık sık azarlar, “İşinin başına dön. 

Bırak bu bunakları dinlemeyi. Seni de zehirlemesinler,” derdi. Yaşım ilerledikçe onları daha da sever oldum. Anlattıklarını yavaş yavaş anlamaya başlamıştım. Bu kadar çok şeyi nasıl biliyorlar diye şaşırıyordum. 

Akşam haberlerini dinledikten sonra söğüt ağacının altına oturup bazen çay, bazen içki içerek devam ediyorlardı tartışmalarına. Kitaplardan söz ediyorlardı sürekli. 

Bir gün dayanamayarak, “Ben de kitap okumak istiyorum” dedim. Güldüler. “Sen zaten okulda okuyorsundur” dediler. 

“Olsun, başka kitapları da okumak istiyorum” deyince, “Öyleyse klasiklerden başlamalısın evvela” dedi Kalfa. Birkaç gün sonra bir kucak dolusu kitap getirdiler bana. 

Daha önce hiç görmediğim, solgun kaplı, sarı sayfalı, hoş kokulu kitaplardı bunlar. Okumak, onlar gibi çok şey bilmek istiyordum. Büyük bir hevesle okuyor, onlara coşkuyla anlatıyor, okuduğuma inansınlar istiyordum.

İşte böyle, en sadık dinleyicileri oldum yıllar boyu. Söğüt ağacı dallanıp budaklandı, başı göğe değin uzandı. Dallarını taşıyamaz oldu. 

Onlarsa birer birer göçüp gittiler bu dünyadan. Ne Fehim Çavuş kaldı geride, ne Kalfa ne de Hacı Kemal… 

Hepsi terki diyar eylediler bir bir… Geriye topal kedinin torunları kaldı bir tek… 

Hâlâ dolanırlar ayaklarına gelenin gidenin ama kaşar peynir değil tekme düşüyor nasiplerine çoğu kez…

Haber Kaynağım :
 Bu güzel hikaye yazar Peyami ÇOKBİLİR eseridir.
http://www.ozgurkocaeli.com.tr/