HAYATLAR VE MEKANLAR...
Geçtiğimiz Sonbahardı... Daha bayram gelmemiş, Londra zengin Türkler’in istilasına uğramamıştı... Alaboralardan ve türbülanslardan geçiyordu hayatım... Kimseyle paylaşmadığım, fırtınaları içimde yatıştırmaya çalıştığım, günlerden geçiyordum...
Şimdi sakindir, biraz nefes alırım, bi parça da kalmış işlerimi yaparım diye dostum Sabri’nin (Çarmıklı) kaldığı otele atmıştım kapağı... “Londra biraz sakinleştirir” demiştim beni... Londra’nın ünlü İtalyan restoranlarının ılık samimiyetinde, ruhumun sakin sulara yelken kıracağını ummuştum...
“Cipriani’de yer ayırttım bu gece” dedi Sabri, o Cuma gecesi... Londra’nın en ünlü İtalyan restoranıydı Cipriani... Londra sosyetesi, ünlü mankenleri, futbolcuları, artistleri, tüm celebrity’leri oraya akın ederdi... Cuma en hareketli geceydi...
Masalar bir gecede üç kez konuk değiştiriyordu... Fellini’nin Dolce Vita filminin platosunu andırıyordu Cipriani o gece... Şık kadınlar, erkekler, sütun bacaklı mankenler, tazelik ve sağlık fışkıran gençler, trendy ünlüler...
Barındaki kalabalık, masalardaki sıkışıklık, şeflerdeki ukalalık... “Burası Cipriani... Londra’nın en ünlü mekanı...” dedirtiyordu...
“Ha gittim ha gideceğim” diyerek günleri, haftaları geçirdim yeni açılan Cipriani’ye gitmek için... Mekanlar yaşadığınız hayatla paralel güzelleşir ya da çirkinleşirler...
Cipriani’de mekanın havasını hissedebilmeniz, soluyabilmeniz için ruhunuzun dönemsel modunun başarılı, keyifli, mutlu ve sağlıklı olması lazım...
Oranın atmosferi, “mekanda yaşayan zenginlik, başarı ve zirve” duygusunun paylaşılmasıyla ortaya çıkabiliyor...
Kendi dünyanızın zirvesinde değilseniz Cipriani’ye gitmeyin... Rahatsız olursunuz... Orası “kendi yıldızlarını bulmuş, kendi dünyalarının zirvesindeki insanların” mekanı...
Çocukluk arkadaşım Fatih’e (Karaca) “Cipriani’de yer ayırtsana... İlk gidişimi senle yapayım...” dediğimde, hayatımın türbülanslı günlerden geçmekte oluşunun bir etkisi var mıydı acaba?... Hayat yelkenlerimi yeni açıyordum... Yeni denizlere rota arıyordum...
Yaşamın toz pembe günlerinin umarsız savrukluğundan uzakta, yeni “hayat imtihanlarından” geçmekteydim... Sanırsam “meşakkatli günlerin, dış mekandaki konforla yaratacağı çelişkiyi asgarileştirmek” için, eski bir arkadaşın koltuk değneklerine ihtiyaç duymuştum...
Ali Rıza Kardüz’ün restoranda yaşadıklarına inat, kruvasan ekmekleri muhteşemdi Cipriani’nin... Kendimi Paris’te Plaza Ahene’nin kahvaltı salonunda kruvasan yiyormuş gibi hissettim... Şeften ikinci dilimi istedim...
Yine dostum Ali Rıza Kardüz’ün “kafeterya tasvirine” inat, masalar küçük ve zarif, servis özenli, örtüler keten, çatal bıçak bardak tabak takımları marka, dekorasyon ve ambiyans kaliteliydi...
Dünya çapında iyi İtalyan restoranları, bir zamanlar Alice kanalında gösterildiği gibi, “İtalyan ev yemeği türünde özel spesiyaliteler” hazırlamakla övünüyorlar...
Cipriani’deki mönü de öyle bir mönü... Yemekler özel bir sunumla sunuluyorlar... Biraz tuzluydu yemekler özellikle pilav ve sebzeler, İstanbul Levent’te eski HSBC binasında açılan bu dünyaca ünlü İtalyan restoranında...
Ortam çok şık... Her şey gözü yormayacak bir asalette “ben kaliteyim” diye bağırıyor... Yemeklerin tuzluluğuna paralel, fiyatlar da tuzlu... Cipriani gerçek anlamda “pahalı” bir restoran... Hem Türkiye, hem de dünya ölçeğinde... Girerken hafif türbülanslı bir havadaydım...
İçerdeyken mekan beni avcunun içine aldı... Çevirdi türbülanstan çıkardı, alabora tehlikesinden bir nebze uzaklaştırdı... Çıkarken uzak denizleri görebiliyordum artık ufukta... Pahalı bir deney... Ama hayat bazen pahalı olmak zorunda...
NAPOLEON’UN KARISI JOSEPHİNE DE HÜRREM SULTAN GİBİYDİ...
Tarihte yaşamış insanları kutsallaştırarak onlar hakkındaki insani gerçeklerin bilinmesini engellemeye çalışanlar, tarihi yalanların üzerine bina ederek ondan “günümüzdeki pozisyonları için avantaj elde etmek isteyenlerdir...”
Tarihe önyargısız yaklaşanlar Kanuni’nin muhteşemliğinden de yaşam tarzından da hicap duymazlar... Hicap duyulacak bir şey yoktur tarihte çünkü... Eğer Cumhuriyet’le ve İmparatorluk’la barışmak istiyorsak, tarihi “demokratik bir perspektiften önyargısız olarak ortaya çıkartmalıyız...”
Bu Pazar günü, Kanuni Süleyman’ın üzerinde büyük etkisi olan Hürrem Sultan’ın tarihte yalnız olmadığını anlatmak için Fransızların ünlü İmparatoru Napoleon’un karısı Josephine’den bahsetmek istiyorum sizlere... Kanuni Süleyman’ın Hürrem Sultan’a aşk mektupları yazdığı söylenir...
Napoleon da Josephine’e yazardı... İşte Josephine’in hayatından bir kesit... Okurken, Ukrayna’dan 14 yaşında alınıp, Kırım Hanı’nın Osmanlı’ya sunduğu genç kızdan nasıl bir Hürrem Sultan çıktıysa, Fransa’da da benzer koşullardan bir Josephine çıktığını göreceksiniz...
ERKEĞİNİ SÜRÜNDÜRÜP KENDİSİNE AŞIK EDEN KADIN: JOSEPHİNE...
Josephine, bir Fransız çiftçisinin kızı olarak dünyaya geldi... Hayata bakışı, hal ve hareketleri bir çiftçi kızına uygun değildi... Hayatı seviyor, dans ve eğlenceden çok hoşlanıyordu...
Kurnaz ve işini bilen Josephine ne yaptı etti, sonunda kendisini bu hayattan çekip çıkaracak birini buldu. Daha 17 yaşındayken, Vikont Alexandre Beauharnais’le evlendi ve iki çocukları oldu... Kocasının Fransız İhtilali sırasında başı kesilerek idam edilmesi üzerine, her şeyini kaybetti.
Ama Josephine, akıllı ve cilveli bir kadındı... Kendi başını giyotinden kurtarmak için, bir yol bulup, kocasının mallarına tekrar sahip oldu. Napolyon ile ortak bir arkadaşlarının evinde tanıştılar. Gücü çok seven Josephine, Napoleon’un gücüne ve hırsına hayran kaldı...
Fransa İmparatoru Napoleon, Josephine ile tanıştığında 27 yaşındaydı... Günlük gönül ilişkileri olmuştu ama savaşmaktan ve belirlediği hedeflere yürümekten, fırsat bulup evlenememişti... Napoleon, Josephine’e ilk görüşte aşık oldu...
Onun dul ve çocuklu olmasını, kendisinden beş yaş büyük olmasını bile umursamadı. Çevresindeki hiç kimseyi dinlemek istemiyordu... Josephine’in çekici, karizmatik kişiliği, alımlı yürüyüşü ilk görüşte başını döndürmüştü...
Giyinmeyi, nasıl davranması gerektiği biliyordu ve bir erkeği etkileyecek bütün özellikler onda toplanmıştı sanki... Öyle tatlı bir ses tonu vardı ki...
Napoleon, Josephine’ye sırılsıklam aşık olmuştu... Josephine ise Napoleon hakkında duyduğu o inanılmaz savaş hikâyelerine, onun kahramanlıklarına hayran olmuş, gözünü bir dakika bile ondan ayırmamıştı...
Josephine 32 yaşındaydı ve hayatı boyunca elde ettiği tecrübeleri ona, bu adamın yakasını bırakmamasını öğütlüyordu... Josephine aşk değil, bir tutku yaşıyordu içinde... Güce olan tutkusunun dizginlerini sıkıca tutması gerekiyordu artık...
Josephine ve Napoleon daha sonra tekrar tekrar görüştüler... Korkacak, saklanacak bir şeyleri yoktu. O yüzden de çok rahat görüşüyorlardı...
Her görüşmeleri bir aşk sancısı bırakıyordu Napoleon’un kalbinde... Artık onun dışında hiçbir şey istemiyor, Josephine’den başka kimseyi gözü görmüyordu...
Napoleon’un ailesinden bazı kişiler bu büyük aşkı engellemeye çalıştılar ama Napoleon hiç kimseleri dinlemedi... O, Josephine’in içini aydınlatan sesini, güzel gözlerini görmek istiyordu... Josephine’e yazdığı tutkulu aşk mektupları da işte böyle başladı:
“Dopdolu olarak uyanıyorum... Yüzün ve dün akşamın o insanı sarhoş eden anısı duyularımı bir an bile rahat bırakmadı... Tatlı ve eşsiz Josephine, kalbimde ne garip etki yaratıyorsunuz siz!... Kızıyor musunuz?.. Üzgün müsünüz?.. Kaygılı mısınız?..
Ruhum üzüntüden yorgun düştü ve dostunuz için artık huzur diye bir şey yok... Ama bana egemen olan o derin duyguya kendimi teslim ederek dudaklarınızdan, kalbinizden beni kavuran bir alevi çekip aldığımda benim için daha da fazlası söz konusu demek ki...
Ah!... Yüzünüzün siz olmadığını asıl bu gece iyice fark ettim... Gidiyorsun, üç saat sonra göreceğim seni... Beklerken, mio dolce amor (benim tatlı sevgilim), bir milyon öpücüğü kabul et; ama sen bana öpücük verme sakın, çünkü kanımı kavuruyor...”
*******************
Bu mektupların sonunda Josephine ve Napoleon evlendiler... Josephine’in zekâsı her daim işliyordu... Napoleon imparator ilan edildiği zaman, Josephine de kocasının önünde diz çöküp onu selamlamak istemişti... Hedefi imparatoriçe olmaktı...
Fakat hanedandan gelen bir kadın olmadığı için, çok kişi buna karşı çıktı... Napoleon, bunların hiçbirine izin vermedi ve bildiğini yaptı... Tacı önce kendi başına, sonrada karısının başına koyarak, onu da imparatoriçe ilan etti...
Josephine’in hayattan isteyebileceği daha başka ne olabilirdi ki?..
Napolyon, Josephine ile evlendikten sonra, ülkesinin topraklarını genişletmek için ordusuyla savaşlara gitti. Gittiği her yerde, Josephine’in hayalini de yanında taşıyordu. Ona mektuplar yazıyor, ondan da aynı sevgi ve aşk dolu mektupları bekliyordu.
Fakat Josephine, ülkeleri dize getiren Napoleon’u küçümsüyor, ona hayatı zindan ediyordu... O yokken eğlenceler düzenliyor, danslar, içkiler eşliğinde hayatını sürdürüp gidiyordu.
Onun Napoleon’dan bu kadar uzak görünmesi Napoleon’u çıldırtıyor, daha çok bağlıyordu. Josephine kaçtıkça, Napoleon kovalıyordu adeta...
Napoleon seferde olduğu zamanlarda, hemen her gün bir mektup yolluyordu karısına... Josephine ise belki bilerek, belki bilmeyerek ihmal ediyordu mektupları... Bu, Napoleon’un tutkusunu ve ona olan bağlılığını daha çok artıyordu... Gün boyunca karısından mektup alamadığında, adeta çılgına dönüyordu:
“Hiç mektup gelmeden geçen üç gün. Bense her gün yazdım. Bu ayrılık korkunç bir şey. Geceler uzun ve tatsız, günler ise monoton. Düşman yenilgiye uğradı sevgilim, 18.000 esir, gerisi ise ölü veya yaralı... Bu, şimdiye kadar elde edilen en büyük başarı...
Birkaç gün içinde birbirimizi tekrar göreceğiz. Bu emeğimizin ve meşakkatimizin ödülüdür... Bin ateşli öpücük...” Josephine’nin mektupları soğuk, Napoleon’u çılgına çeviren mektuplardı... Napoleon, karısından birkaç gün mektup alamıyor diye krize giriyordu...
Her seferinde daha büyük bir aşkla mektup yazıyor ve büyük bir hüzünle cevap bekliyordu... Gelen cevaplar onu tatmin etmiyor, daha çok kızmasına sebep oluyordu... Bir keresinde Josephine’nin baştan savma ve donuk yazdığı mektuba, şöyle cevap verdi:
“Soğuk... Onların tonu bizim sanki en azından yarım yüzyıldır evli olduğumuz kanısını uyandırıyor... Arkadaşça ve soğuk, nefret uyandırıcı ve garazkâr bir şey...
Bunun dışında senden daha ne bekleyeceğim?... Artık beni sevmediğini mi duyacağım?..
Bu eski bir hikâye, benden nefret ettiğini mi?... Pekâlâ... Benim istediğim de bu...
Nefretin dışında her şey haysiyet kırıcı olur... Fakat mermerden bir kalple kayıtsızlık, fersiz gözler, gevşek bir yürüyüş... Kalbim kadar hassas binlerce öpücük...”
Tarihçilere göre, son sözleri hayatını anlatan dört ana sözcükten ibarettir Napoleon’un... Fransa... Ordu... Fransız ordusunun komutanlığı... Ve Josephine... 5 Mayıs 1821’de Saint Helena adasında bu sözleri söyledikten sonra öldü Napoleon...
Haber Kaynağım :
Vatan Gazetesi yazarı Reha Muhtar makalesidir.
http://haber.gazetevatan.com/