Litvanya asıllı düşünür Emmanuel Levinas, felsefeye etiğin önceliğini ilan ederek başladığı için benim gözümde önemli bir adamdır.
İlk bakışta biraz yadırgatıcı görünebilir ama Levinas bize ahlâkın varlıktan önce geldiğini söyler. Yani felsefenin en önemli meselesi olan ‘Neden varım?’ sorusunu bekletir ve onun yerine şununla başlar: ‘Burada olmaya hakkım var mı?’
İlginç bir sorudur bu. Hele felsefeye başlamak için. Çünkü Batı felsefesi tarihi, ‘Ego’nun kendine dair düşünmesinin tarihidir aslında. Levinas ise ‘Ego’dan değil de, onun karşısında duran şeyden, ‘ben’den değil de ‘başkası’ndan başlarsak hayat nasıl bir şey olurdu, düşünce nasıl şekillenirdi, işte bunu sorar.
Levinas’a saygı duyarım. Yalnızca bu hamleyi yaptığı için değil. Bize sosyologların ya da siyasetçilerin anladığından çok daha başka bir “öteki” kavramı sunduğu için de. Onun için ‘öteki’ bir grup insana verilen bir isim değildir.
Levinas’ın ötekisi bir kişidir. Bir birey de değildir bu, çünkü siyasi değildir. Bir insandır. Ama benim gibi de değildir. Benden başka olandır. Bana benzemeyen ve bu başkalığıyla beni kendim dışında kalan her şeye dair düşünmeye çağırandır.
Yani ‘Ego’yu sınırlarını aşmaya zorlayandır. Felsefe de buradan başlamaz mı zaten?
1961 yılında yayımladığı ve en önemli yapıtlarından biri olan ‘Bütünlük ile Sonsuzluk’ta, Levinas’ın etikten bahsederken gündelik ahlak anlayışından söz etmediğini anlarız.
Onun için etik, ‘öteki’ ile girilen yüz yüze ilişkide saklıdır. Bize önce şunu hatırlatır: ‘öteki’ bir başka ‘ben’ değildir. Bunu ancak ‘öteki’ ile yüz yüze geldiğimde anlayabilirim. ‘Öteki’ yüzünü bana sunduğunda, benden farklılığını açık eder.
Benden ilk talebi ona zarar vermememdir. Bütün çıplaklığı ile bana şunu buyurur: ‘Beni öldürme!’ Bu yüzün ifadesi aynı zamanda hem direncin ve hem de savunmasızlığın izlerini taşır.
Onun içindir ki, Levinas ‘ötekinin yüzü’ derken “bir dul, bir yetim, bir yabancı”dan bahsettiğini hatırlatır bize.
O zaman ‘öteki’nin benden başkalığını belirleyen, yani onu ‘Öteki’ yapan yüzüdür aslında. Adalet de ancak bu yüzün varlığında mümkündür, çünkü onu görmediğim sürece insan olarak sorumluluklarımın da farkında olamam.
Peki, ya ‘öteki’nin sorumluluğu diyecek olursanız, Levinas’a göre, bu beni ilgilendirmez. Benim yüzümün çıplaklığı karşısında hissettiği şey onun meselesidir.
Yani ona duyduğum sorumluluk, onun benden sorumlu olup olmamasından bağımsız olarak vardır ve önceliklidir. Levinas bu noktada Dostoyevski’yi alıntılar: “Hepimiz her şeyden sorumluyuz ve herkese karşı suçluyuz. Ama ben herkesten daha fazla böyleyim.”
Geçenlerde, Fransız Anayasa Mahkemesi’nin yüzü örten giysilerin kamuya açık yerlerde yasaklanmasını öngören yasayı onayladığını okudum. Haberde küçültücü bir çok detay vardı tabii.
Mesela, yasayı hemen devreye sokmayacakları ve bunu sindiremeyenlere özel ‘vatandaşlık dersleri’ verecekleri yazıyordu. Bu sürede kadınların "yüzleri örtülü olmayan bir hayat olasılığını değerlendirmesi" düşünülüyormuş.
Halkı ikna etmek için de ''kamuoyunu bilinçlendirme'' kampanyası düzenlenecekmiş.
Tasarının yasalaşma aşamasında sunulan gerekçeleri okuyunca hiç şaşırmadım. Fransa’daki yaşam biçimine ve cinsiyet eşitliği ilkesine uymadığı gerekçesine ek olarak güvenlik meselesi de konu ediliyordu.
Yasaya karşı çıkan kampta ise, ırkçılık ve yabancı düşmanlığıyla mücadele eden dernekler var. Onlar da, bu ülkede yaşayan 2 bin civarında peçeli çarşaf giyen kadının haklarının iade edilmesi talebiyle gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gideceklerini söylüyorlar.
Her iki taraf için de söylenecek çok şey var. Ama bunları siyasetbilimcilere bırakacağım. Ben Levinas’a geri dönmek istiyorum. Ona göre dünyadaki bütün zalimlikler ötekinin yüzünü görememekten kaynaklanır.
Graham Greene’in çok sevdiğim romanı ‘Güç ve Zafer’den Zizek’in sıkça alıntıladığı şu meşhur pasajı hatırlayalım: “Bir adamın ya da kadının yüzünü gözünüzün önüne getirdiğinizde, merhamet hissiniz hemen canlanır – bu özellik Tanrı’nın sureti olmasından gelir.
Gözlerinin kenarlarındaki çizgileri gördüğünüzde, ağzının şekline dikkat ettiğinizde, saçların nasıl uzamış olduğunu farkettiğinizde, ondan nefret etmek artık mümkün değildir. Nefret hayalgücünün yetmediği yerde başlar.”
Bunları okuyunca bu ilişkiyi olanaksız kılanın kim olduğunu düşünmekten kendimi alamadım. Yüzlerini kapatıp ‘ötekilik’lerini gizleyen peçeli kadınlar mı, yoksa onları bir ‘kalabalık’ olarak algılayan ve kendilerine benzetmeye çalışan Fransızlar mı?
Peçeli kadın yüzünü vermiyor, onu gizlemekte direniyor. Peki ya o peçe açılsa, Fransa ‘öteki’nin yüzünü görmeye hazır mı?
Herkesin hayalgücü bol olsun.
İlk bakışta biraz yadırgatıcı görünebilir ama Levinas bize ahlâkın varlıktan önce geldiğini söyler. Yani felsefenin en önemli meselesi olan ‘Neden varım?’ sorusunu bekletir ve onun yerine şununla başlar: ‘Burada olmaya hakkım var mı?’
İlginç bir sorudur bu. Hele felsefeye başlamak için. Çünkü Batı felsefesi tarihi, ‘Ego’nun kendine dair düşünmesinin tarihidir aslında. Levinas ise ‘Ego’dan değil de, onun karşısında duran şeyden, ‘ben’den değil de ‘başkası’ndan başlarsak hayat nasıl bir şey olurdu, düşünce nasıl şekillenirdi, işte bunu sorar.
Levinas’a saygı duyarım. Yalnızca bu hamleyi yaptığı için değil. Bize sosyologların ya da siyasetçilerin anladığından çok daha başka bir “öteki” kavramı sunduğu için de. Onun için ‘öteki’ bir grup insana verilen bir isim değildir.
Levinas’ın ötekisi bir kişidir. Bir birey de değildir bu, çünkü siyasi değildir. Bir insandır. Ama benim gibi de değildir. Benden başka olandır. Bana benzemeyen ve bu başkalığıyla beni kendim dışında kalan her şeye dair düşünmeye çağırandır.
Yani ‘Ego’yu sınırlarını aşmaya zorlayandır. Felsefe de buradan başlamaz mı zaten?
1961 yılında yayımladığı ve en önemli yapıtlarından biri olan ‘Bütünlük ile Sonsuzluk’ta, Levinas’ın etikten bahsederken gündelik ahlak anlayışından söz etmediğini anlarız.
Onun için etik, ‘öteki’ ile girilen yüz yüze ilişkide saklıdır. Bize önce şunu hatırlatır: ‘öteki’ bir başka ‘ben’ değildir. Bunu ancak ‘öteki’ ile yüz yüze geldiğimde anlayabilirim. ‘Öteki’ yüzünü bana sunduğunda, benden farklılığını açık eder.
Benden ilk talebi ona zarar vermememdir. Bütün çıplaklığı ile bana şunu buyurur: ‘Beni öldürme!’ Bu yüzün ifadesi aynı zamanda hem direncin ve hem de savunmasızlığın izlerini taşır.
Onun içindir ki, Levinas ‘ötekinin yüzü’ derken “bir dul, bir yetim, bir yabancı”dan bahsettiğini hatırlatır bize.
O zaman ‘öteki’nin benden başkalığını belirleyen, yani onu ‘Öteki’ yapan yüzüdür aslında. Adalet de ancak bu yüzün varlığında mümkündür, çünkü onu görmediğim sürece insan olarak sorumluluklarımın da farkında olamam.
Peki, ya ‘öteki’nin sorumluluğu diyecek olursanız, Levinas’a göre, bu beni ilgilendirmez. Benim yüzümün çıplaklığı karşısında hissettiği şey onun meselesidir.
Yani ona duyduğum sorumluluk, onun benden sorumlu olup olmamasından bağımsız olarak vardır ve önceliklidir. Levinas bu noktada Dostoyevski’yi alıntılar: “Hepimiz her şeyden sorumluyuz ve herkese karşı suçluyuz. Ama ben herkesten daha fazla böyleyim.”
Geçenlerde, Fransız Anayasa Mahkemesi’nin yüzü örten giysilerin kamuya açık yerlerde yasaklanmasını öngören yasayı onayladığını okudum. Haberde küçültücü bir çok detay vardı tabii.
Mesela, yasayı hemen devreye sokmayacakları ve bunu sindiremeyenlere özel ‘vatandaşlık dersleri’ verecekleri yazıyordu. Bu sürede kadınların "yüzleri örtülü olmayan bir hayat olasılığını değerlendirmesi" düşünülüyormuş.
Halkı ikna etmek için de ''kamuoyunu bilinçlendirme'' kampanyası düzenlenecekmiş.
Tasarının yasalaşma aşamasında sunulan gerekçeleri okuyunca hiç şaşırmadım. Fransa’daki yaşam biçimine ve cinsiyet eşitliği ilkesine uymadığı gerekçesine ek olarak güvenlik meselesi de konu ediliyordu.
Yasaya karşı çıkan kampta ise, ırkçılık ve yabancı düşmanlığıyla mücadele eden dernekler var. Onlar da, bu ülkede yaşayan 2 bin civarında peçeli çarşaf giyen kadının haklarının iade edilmesi talebiyle gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gideceklerini söylüyorlar.
Her iki taraf için de söylenecek çok şey var. Ama bunları siyasetbilimcilere bırakacağım. Ben Levinas’a geri dönmek istiyorum. Ona göre dünyadaki bütün zalimlikler ötekinin yüzünü görememekten kaynaklanır.
Graham Greene’in çok sevdiğim romanı ‘Güç ve Zafer’den Zizek’in sıkça alıntıladığı şu meşhur pasajı hatırlayalım: “Bir adamın ya da kadının yüzünü gözünüzün önüne getirdiğinizde, merhamet hissiniz hemen canlanır – bu özellik Tanrı’nın sureti olmasından gelir.
Gözlerinin kenarlarındaki çizgileri gördüğünüzde, ağzının şekline dikkat ettiğinizde, saçların nasıl uzamış olduğunu farkettiğinizde, ondan nefret etmek artık mümkün değildir. Nefret hayalgücünün yetmediği yerde başlar.”
Bunları okuyunca bu ilişkiyi olanaksız kılanın kim olduğunu düşünmekten kendimi alamadım. Yüzlerini kapatıp ‘ötekilik’lerini gizleyen peçeli kadınlar mı, yoksa onları bir ‘kalabalık’ olarak algılayan ve kendilerine benzetmeye çalışan Fransızlar mı?
Peçeli kadın yüzünü vermiyor, onu gizlemekte direniyor. Peki ya o peçe açılsa, Fransa ‘öteki’nin yüzünü görmeye hazır mı?
Herkesin hayalgücü bol olsun.
Haber Kaynağım :
MELTEM GÜRLE Köşe Yazılarından alınmıştır.
http://www.birgun.net/