“Çalışan demir paslanmaz”
Dağların eteğindeki o köyde; Görneç’te babamla ilerliyoruz… Sokaklar boş… Arkadaşım Kezban’ın evini bulacağız o da bizi 99 yaşındaki büyük nenesinin evine götürecek…
Dik bir sokaktan bastonuyla yavaş adımlarla aşağıya doğru inen yaşlı bir kadın gördük. Babama, “Sakın bizim aradığımız nene bu olmasın” dedim… Güldük…
Yavaşladık ve yanında durduk, ben arabanın camından seslendim: Napan nene…
Yüzüme baktı ama belli ki beni duymamıştı… Bağırarak bir kez daha seslendim… Napan nene…
“Eyi” dedi… Yüzüme biraz daha baktıktan sonra sordu: Satıcısınız anam?
“Yok” dedim… Gazeteden geldiğimizi söyledim ama sanırım onu da duymadı…
“Nere giden?” diye sordum… “Evime” dedi…
Nenenin yanından uzaklaştık, telefon çaldı… Arayan Kezban’dı. Evi bir daha tarif etti. Sağa döndük, sola döndük. Bir evin bahçesinden “Buradayım” diye seslenen Kezban’ın sesini duyup durduk…
Kahve içerken Kezban’a yolda bulduğumuz yaşlı kadını anlattık, “Nenem olabilir” dedi… “Dolaşmayı sever…”
Ve röportaja başlamak için büyük bir sabırsızlıkla Melek Nene’nin evininin yolunu tuttuk…
O da ne! Melek Nene evde yok… Gelinine soruduk, orda değildi, komşusunda da yok… Onu oğlunun evinde buldular, “Sana misafir geldi” dediler...
Melek Nene 5–6 dakika sonra karşıdan göründü. Babamla yolda gördüğümüz yaşlı kadın oydu… Yanına gidip koluna girdik… Kapının yanına yanaşınca cebinden kocaman bir anahtar çıkardı…
Duvara doğru döndü, eliyle kapıyı aradı, sanırım gözleri çok az görüyordu… Yavaşça ona kapıyı gösterdik… İçeri girer girmez, ‘Oturun anam, hoş geldiniz’ dedi.
Kezban’a bana şeker ağırlamasını söyledi… Sonra da meyve suyu ikram etmelerini istedi… Ağırdan sohbet etmeye başladık… Ve şaşırıp kaldığım o an; Melek Nene bana, “Gel meyve sularımızı tokuşturalım’ dedi… Çok neşeli bir kadındı, ne söylesek gülüyordu…
Ses kayıt cihazımı açıp yanına koydum… Kulakları ağır işitiyordu diye yanına sokuldum, ona o kadar yakındım ki beyaz perde inmiş gözlerinde yüzümü görüyordum…
Başladık sohbete, bağıra çağıra konuşuyorduk… Melek Nene duymadığı yerde, elimi tutuyor, “Anlamadım gızım bir daha söyle” diyordu… Onunla çocukluğunu, genç kızlık yıllarını, evliliğini ve o dönemin şartlarında nasıl yaşadıklarını konuştuk…
Hem onu dinliyor hem de yaşlı bedenine bakıyordum. Ne kadar da zayıftı… Ağzında tek bir diş bile yoktu… Çemberinin altından görünen saçları kınalıydı, kınayı kendi yakmış. Bana hayatında hiç kuaföre gitmediğinde bahsetti, “Gençliğimde saçlarım eteğimle aynı boydaydı” dedi…
Şöyle desem; onunla röportaj yapmak gerçekten müthişti…20’li yaşlarda genç bir kızla sohbet edermiş gibi hissettim kendimi, neredeyse her sözümüzden sonra odada bir kahkaha kopuyordu…
Hayatında hiç TV seyretmedi…
Kıbrıs’ın güzel köylerinden Görneç’te yaşayan Melek nine tam 99 yaşında... Yakışıklı eşi ile 16 yaşında iken evlenmiş, 17’sinde çocuk sahibi olmuş... Evin ihtiyacı olan sebzeleri, tavukları bahçesinde yetiştirmiş.
15 çocuk, 30’dan fazla torun ve torun çocuğu sahibi olan Melek Oylum, hayatında hasta olmayan ender insanlardan biri... Halen sağlıklı bir yaşam sürdüğünü belirterek, hayatta kalmasını ‘çalışmaya’ bağlıyor ve “çalışan demir paslanmaz” diyor...
Oturmakla birşey olmaz...
Gençlere daima hareketli olmayı, çalışmayı, kendi yiyeceğini yetiştirmeyi tavsiye eden Melek Oylum, hayatında hiç televizyon seyretmediğini söylüyor...
Çocukları teklif ettiğinde “bana öyle şey getirmeyin” demiş, ayrıca elektrikli alet kullanmamış... “Herşeyi kendi ellerimle yapmayı severim” diyen Melek Oylum, bugüne kadar hiç diyet yapmadığını, canının çektiği herşeyi ‘aşırıya kaçmadan’ yemiş ve içmiş...
İşte Görneç’deki bir asırlık bir yaşam öyküsünün KIBRIS’a yansıması…
KIBRIS: Hangi sene de doğdun Melek Nene?
Melek Oylum: Ocağın 11’inde. 1900… 1911’de mi 1912’de mi? Unuttum orasını…1911 doğumlu olacam. Zere 1903’de Tahir kardeşim, ondan dokuz sene sonra Mehmet Salih kardeşim doğmuş, o altı yaşında olunca ben doğmuşum…
Ebeyi o getirmiş anama… Harça doğumluyuk biz. Bubam 1912’de gelmiş bu köye. Ben daha yörümezmişim, emeklermişim yerde.
KIBRIS: Babanın, annenin ismi neydi, ne iş yaparlardı?
Melek Oylum: İbrahim’di bubamın adı. Kömürcülük, kahvecilik ederdi, ne iş olsa yapardı. Annem da Ayşe’ydi. Terzilik, çulfalık ederdi. Dezgah da dokurdu. İki gardaşım vardı. Biri Tahir, biri da Mehmet Salih. Ben de Melek. Bir anadan bir bubadanık hepsimiz…
KIBRIS: Okula gidebildin mi?
Melek Oylum: Köy okulunu bitirdim. Eski Türkçe okurduk evvelden. Okulda, ikinci seneye geçtiğinde “gıratağa çıktım” derdin. Eskiden kitapların adı, Tebareke, Amme, Cerohya’ydı. Şimdiki gibi alfabe yoktu.
Çocuklarımı okula goduğumunan yerde bir gazete bulurdum, şimdikilerden. Onu alır, okurdum. Yeni Türkçeyi çocuklara öğretirken ben onlardan önüne öğrendim. Gözüm görürken gazete kitap, Kuran okurdum.
KIBRIS: Okulu bitirince ne yaptın?
Melek Oylum: 12 yaşında bitirdim okulu. Dezgah dokumaya, dikiş dikmeye başladım. Annem köylüye, entari, çarşaf, gömlek dikerdi. Birkaç goyuncuğumuz vardı. Rahmetlik Mehmet Salih kardeşim beklerdi.
Ben 13 yaşındayken bubam öldü, yetim kaldık. 50 yaşında öldü bubam, ansızdan hasda olduydu. Anam da 70 yaşında öldü. Duyanlara ömür olsun.
KIBRIS: Kaç yaşında evlendin?
Melek Oylum: 16 yaşında evlendim, 17 yaşında doğurdum. Yeğeniminan, halamın oğluyla evlendim. Ahmet Oylum’udu adı. Benden 7 yaş böyüğüdü.
KIBRIS: Severek aldınız birbirinizi?
Melek Oylum: Yok, ben nikah oldum da daha heriften kaçardım (gülüyor). Nikah oldum doğrudan, nişan olup da oturmadım. Hacılar Bayramıydı (kurban bayramı). Asker camiden çıktı benim nikah kıyıldı.
Orak biçme zamanı istediydi beni gocam Allah’ın emrine. Gardaşlarım, “Vekilin olayım mı, nikahını kıydırayım mı?” diye kapının arkasından söz aldıydı benden. Evvelden böyle kapıyı örterlerdi, yanına dururdu bir kadın, kapının önünden çağırırdı muhtar, bir iki de şahit olurdu köyden.
“Melek Hanım yeğenin Ahmet’le Allah’ın emrine nikah edeceyik seni kabul edermin?” derlerdi. Birincide seslenmezdin. İkinci gene sorarlardı, seslenmezdin, üçüncüde de “Ol” derdik.
Dışarıdakileri görmezdin. Nikah kıyılınca camide yazıp çızmaya gittiler sonra. Zimane yazarlardı. O yazılan kağıdı kadıya götürürlerdi. Herife koçan olurdun artık (gülüyor)
KIBRIS: Nikah gecesi mi görüştünüz?
Melek Oylum: Yok, üç gün sonra ovaya giderdik. Bir adam vardı, Derviş Ağa diye. Ona burçak yolardık. Bizim evimiz yukarıdaki köydeydi. Akşamüstü herifin kapısının önünden geçtik. Oradan geçer da giderdik ovaya. Annem, genablam hem ben vardım.
Ahmet geçti genablamın önüne, “Ben nişanlımı ırgat ettirmem. Malım var çok şükür, isterseniz siz de gelin yanımda çalışın, emeğinizi ödeyim. Gayır olmam nişanlım ezilsin ovalarda” dedi.
Koçanı verdik adama, madem istemezdi nasıl gidip işleyceydim başkasının yanında? Artık onun tarlasına gitmeye başladık. Çarşaflıydık o zaman, yüzümüz gözümüz görünmezdi, aha böyle (çemberiyle ağzını burnunu kapatıyor).
Zaten nerde göreceydim gızım onu. Ben yukarıkı köyde kalırdım o aşağıki. Binde bir görürdüm ama o beni yine görmezdi. İş vardı o zaman, işlerdik gocamınan. Bir yıl sonra evlendik. Bazı gece olur harmanlarda yatırdık.
Fakirlik vardı, gaynanam öküzlerin yanında yatırdı. Onun evinde galdık ilk önce biz de. Ev ne arardı…
KIBRIS: Düğünü ne zaman yaptınız?
Melek Oylum: Düğün yapmadık. Beraber olduk artık. Gardaşım, “Gelme eve nihaklınla gal gayrı” dedi. Ev yoktu. Gardaşım bir dul kadını gaçırdı duvardan getirdi eve. Nerde galacaktık biz? Ama eskiden düğünler çok güzel olurdu.
Deylim cumartesi gün başlardı, taa perşembe güne kadar yeme içme olurdu. Gerdeğe cuma gecesi girerlerdi.
KIBRIS: Çeyiz yaptı mıydı annen sana?
Melek Oylum: Uuuu. Gayıtım gamatım hazırdı. Ailenin bir gızıydım, her şeyimi yaptılardı bana… Bir taneydim diye, giydiğim urubaları, ayakkabıları kimse giymedi. Çok devran sürdüm anamın evinde. Cemiyet olduğunda boya da sürerdim, süslenirdim da.
KIBRIS: Gerdek gecesinden sonra çarşafı gösterdin mi gaynanana?
Melek Oylum: Vardı tabi öyle adetler ama ben göstermedim. Zaten gaynanam yıkardı çamaşırları, sırtımdan urubamı çıkarırdım koyardım bir kenara. Gördüydü çarşafı.
Ne vakit ovalarda işi bitirdik, harmanı da sürdük, zahreleri taşıdık eve. “Hazırla pırtıyı” dedi gocam anama. Evleneceyik. Evimizde kalacaktık artık. İnsan getirdik, çeyiz defteri yazdırdı bana.
KIBRIS: Çeyiz defteri neydi?
Melek Oylum: Çeyiz defterine ne kadar pırtın var onu yazarlardı. Malın olduğu belli olsun diye. Anlaşmazlık olursa da ayrılırsan eşyalar “benimdir” diye söyleyebilirdin.
Benim buraya kadar (boğazını gösteriyor) altınım vardı boynumda. Mahmudiyeler, öyle evvel zaman altınları. Sonra tabaklar, üç tane minder, bir garyola… Havlıya yığdılar çeyizi hep. Altınlarıma kadar yazdılar. İmzaladı muhtarlar hem azalar. Pılımı pırtımı getirdik herifin evine…
KIBRIS: Neden düğün yapmadınız, gelinlik giyesin öyle, çalgılı oyunlu…
Melek Oylum: Gaynanam gayıl olmadı düğün yapalım. Ayırsın isterdi beni oğlundan. Benim gardaşıma istediydi gızını versin. Yaşlandıydı gızı, evde galdıydı. Almadıydı Tahir ağam. O da huylandı. Bir gadın vardı, gomşuydu.
Benim herifin ilk nişanlısıydı bu gız. O zaman fazla para istemiş gızın tarafı benim adam da gabul etmemiş versin, bozmuşlar nişanı. Başka bir adam isterdi gızı ama o istemezdi evlensin. Gocamı isterdi ille. Gelirdi buğday yıkamaya, un öğütmeye.
Gaynanam onu çağırırdı da dökerlerdi buğdayı gaba. Ben de içerde otururdum. Gaynanam o gızla isterdi evlendirsin oğlunu. Gız da haber yolladı gocama, “Gabul ederse beni geleyim” diye. Neyse lafı fazla uzatmayalım, “Benim garım hamiledir, garımın üstüne körlük etmem” dedi herif.
Düğün etmedik ama muhabbetli geçindik. Gaynanam huysuzluk ederdi ama gulağım bile duymazdı, geçindiğim adama bakardım ben. Ben düğün yapamadım ama çocuklarıma düğün değil düğünler yaptım gızım.
KIBRIS: Hiç dövdü mü gocan seni?
Melek Oylum: Birkaç defa durduğum yerde dövdü beni. Bir kız gardaşı vardı, eser basardı, biraz akılsızdı. Biz de hem saman basırık hem harman sürerdik. Herif, “Harmanın kenarını toplayın da dağıldı” dedi. O da samanı götürdü köye.
“Ver süpürgeyi” derim gız gardaşına, vermez. Uzandım aldım elinden süpürgeyi, ağlayarak diğer harman gomuşularının yanına gitti. O gadın da gocama, “Bir sen döven bu gızı bir da garın” dedi. Herif da bunu duyunca geldi harmanda dövdü beni.
KIBRIS: Küsmedin dövünce seni?
Melek Oylum: Çocuk salıncakta yatırdı nere küseceydim! Küsüp da napacaydım…(gülüyor)
KIBRIS: Kaç çocuk doğurdun?
Melek Oylum: 15 dane çocuk doğurdum. Yedi dane var şimdi hayatta. Üç dane öldü, dört dane de düşürdüm. İlk çocuğum dört aylık oldu, ansızdan yatakta ölü bulundu. Hala daha bilmeyik ne olduğunu.
Evde doğurdum çocuklarımın hepsini. Ebe vardı köyde, o gelir doğurturdu… Davar ebesiydi, hayvanları doğurdurdu, keçileri, goyunları. Allah yol verirdi bize, yavaş yavaş doğurduk.
KIBRIS: 15 çocuk çok değildi, hiç gözlenmezdiniz?
Melek Oylum: Gözlenmezdik. Ne gözlendim gızım ne hiç. Çok şükür olsun ne de hasta oldum. Bunu da anlatayım sana. Yeniceköyde bir kızım var. Bu saat oldu (17.00 suları) ha arpa işini bitireyim, ha burasını da yapayım, aman doğurursam galacak hepsi deye deye, suyum açıldı ovada.
Gan gelmeye başladı. Yavaş yavaş hayvanın sağ tarafına dakıldım geldim köye. Çocuklar, düşürdüler hayvanın üstünden beni evin orta yerine, yazdılar yere bir de çul. Ebe de yanlışlığınan diğer eve gitti, taa gelsin bulsun beni doğurdum.
Yatsıya tuzladı onardı çocuğu. Eskiden yağın içine tuz goyarlardı da üstünü başını yağlarlardı çocuğun. Ayaklarını, koltuklarının altını yağla ovalarlardı işte…
KIBRIS: Gonu, gomuşu geçmiş olsun demeye gelirdi?
Melek Oylum: Gelirlerdi ya. Gatmer, bişi, börek yaparlar, getirirlerdi. Biz de gaba bir yemiş goyardık verirdik gelenlere. Yataktan galdırırlardı bizi gelinlik ya da yeni uruba geydirirlerdi. Bir de peştamala sarılırdık bebek kucağımızda.
Çivit elimizde… Fincanın içine mavi bir şey goyarlardı, ona çivit derlerdi. O çivit 40 gün gözlerdi al basmasın lohusayı… Mühür goyardı mesela o çivitle. ‘Bu hurunun taşı, bu çamaşır teknenin önü, bu gideceğin sokak diye.
Ebe yapardı bunu, bir çakıyla çizerdi, loğusa da gider nişan goyardı çivitle. Ama beni lohusaykan ne al bastı ne bişey…(gülüyor)
KIBRIS: Gocan yakışıklıydı?
Melek Oylum: Tabii, denk bir deliganlıydı. Yakışıklıydı çok, çocuklarıma bak, mal meydanda (duvardaki resimlere doğru dönüyor) Başga kadınlara hiç bakmazdı benimki. Bekarıkan yaparsaydı bilmem ama evlenince hiç yapmadı öyle şeyler.
Püü evvelden daha çok hovarda gadın vardı. Gendileri gaçar giderdi gocaya. Fenalık da çok vardı eskiden…
KIBRIS: Yokluk çektiniz mi zamanında Melek Nene?
Melek Oylum: Sıkı gün da gördük bol gün da. Gendimiz kümesten keser yerdik tavuğu, davarımız vardı, keser yerdik et. Sebzeyi, meyveyi ekerdik bahçamıza. Bamya, patlıcan, gabak, biber, börülce...
Bunları ekerdik. Zerdali da vardı havlıda. Hey biri bu kadar (eliyle bir mandalinanın büyüklüğünü gösteriyor)…
Nar, portakal, mandalina, turunç. Her şeyimizi kendimiz yapardık eskiden. Akşama gadar ovalarda işlerdim. Gece hellim yapardım, magarına sürterdim çocuklara. Şehirgeyi elimde keserdim. Orak zamanı gelince siniler dolusu şehirge keserdik, huruna gorduk gabira ederdik.
KIBRIS: Çarşaf giyerdiniz eskiden, ne zaman attınız çarşafı?
Melek Oylum: Teşkilat geldiydi Türkiye’den. Atatürk o zaman kapela giydiğinde o vakıt biz de attık çarşafı…
Kızın çeyizini yapmaya giderdik Lefkoşa’ya. O zaman da çarşafı yeni yeni çıkarırdı kadınlar. Benim herif, “Biri şeherde yönelirse çarşafı alsın başından katil olacam” dedi.
Yabancı biri deysin üstüme gayır olur muydu hiç? Gocam,“Gendi rızanla yemeni tak başına, at çarşafı” dedi. Serdarlı’da sinema açıldı o vakıt. Gomşular vardı, çarşafları attık, gittik. Sinemanın içi insan dolu. Çok utandık (gülüyor)… Sonra alıştık.
KIBRIS: Lefkoşa’ya devamlı gider miydiniz?
Melek Oylum: Her hafta giderdik. Hellim, peynir götürürdük satmaya. Eskiden ucuzdu ortalık. Sütün son günlerinde tarana yapardım, gurudurdum damlarda. Götürür satardım. Lefkoşa evvelden çok güzeldi.
Cuma çarşısı vardı Urum tarafında. Gıcır gıcır gaynardı. Öyle Urumu, Türkü karışığıdı. Her Cuma giderdik.
KIBRIS: Hepsi hayatta mı çocuklarının?
Melek Oylum: Hayattadır ya, maşallah haset gibi olmasın bir köy olur benim çoluk çocuğum. Dört oğlum, üç da gızım var. Güral, Güner, Münür, Kemal, Kezban, Sonay, Özgül’dür çocuklarımın adı.
Torunlarımın torunlarını gördüm ben ama sorarsan kaç danedirler hisabını bilmem. Bir torun çocuğum var ölü, ufakken traktör kazası geçirdiydi…
KIBRIS: Ev, çeyiz yapabildin çocuklarına?
Melek Oylum: Anamın bubamın bana verdiği altınlarla yapdım çoluk çocuğuma evi. Bubamın rüyasına biri gelmiş, “Bir para bulacan, kızının beline guşak edip bağlayacan” demiş.
Ben doğduktan iki gün sonra bubam bir veranda bir darcık lira bulmuş. Belime guşak edip bağlamış, gardaşlarım, anam o parayı almadı elimden. O altınları sattım, ev yaptım çocuklara, herife eşek, öküz, tohum aldım. Velhasıl geçindik gittik…
KIBRIS: Bir rahatsızlığın var mı şimdi, ilaç kullanırmın?
Melek Oylum: Yoktur rahatsızlığım gızım çok şükür. Her gayıtı yerim, perhiz dutmam. Ne şekerim var ne tansiyonum. Bir defa hasda olduydum ben. Öldüm diye uzattılar beni. Çengemi bağlayıyorlarmış.
Bir doktor vardı Lefkoşa’da Özer Bindayı onu getirdiler, Mührüze Hanım vardı Serdarlı’da doktordu, o da geldi. Bir iğne yaptılar, işemişim da mamırlamışım. Ben marazın üstüne çok düşerim, herhalde bir marazım vardı onun için öyle olduydum. Öldüm de gene canlandım yani.
Ses kayıt cihazına bakıyor, ‘Hep bunları alırsan makineciğe, dolacak’ diyor ve gülüyor…
KIBRIS: Bayramlarda gelenin gidenin olur mu çok?
Melek Oylum: Ben buracığa otururum, bir sele de şeker gorum. Gelen elimi öper alır şekerini, siyarasını (sigara). 8 paket siyara godum geçen bayram helal olsun.
Kimine bütün paket verdim, kimiler birer dane. Torunlar, torun çocukları galabalıktır. Para veremem bayramda, nerden bulayım o kadar parayı… Bana gelen halkı görsen, püü. Para etiştirmem… Bazı şeker, bazı lokum veririm işde… Kısmette ne varsa.
KIBRIS: Kendi yemeğini kendin mi pişirin?
Melek Oylum: Gözlerim görmez, pişiremem. Kibriti yakarım da görmem yanar mı. Götürdüler beni göz hekimine. Gösterirdi bana numaraları. Bir diyeceğime yanlışlığınan iki dedim.
Kör oldu bu gözün dedi doktor. Nasıl kör oldu? E böyle yaparım (bir gözünü kapatıyor) biri nasıl görürse öbürü de öyle görür. Gözlerim açılsaydı isterdim ameliyat ettireyim. Böyle güneşte biraz görürüm ama şimdi göremem yüzünü, garaltını görürüm.
Gulaklarım da sağır oldu, gittim doktora, yıkamadı yani doktor gulaklarımı öyle ceyranı vıngırdattı içinde biraz sonra açılacak dedi iki senedir açılmadı (gülüyor).
Evlatlarım, torunlarım bakar bana. Köyün içindedir çocuklarım, iki danesi dışarıdadır. Biri Göneli’de, biri de Yeniceköy’de.
KIBRIS: Kaç para maaş alın ayda?
Melek Oylum: 500 lira. Nedir bir gişinin yeyceği zaten. İdare ederim... Vergi parası alırlar ama benden, belediye parası, telefon parası, su parası…
KIBRIS: Dişlerinin hepsini söktürdün mü Melek Nene?
Melek Oylum: 18 yaşındaydım dişlerimi çektirmeye başladığımda. Hiç dişim yoktur ağzımda ama dakma diş dakamam. Zorlanırım yemek yerken ama napayım idare ederim. Gavruntu yemem, ama etin tavuğun pişmişini yerim.
KIBRIS: Geceleri usanman yalnız, televizyonun var mı?
Melek Oylum: Televizyonum yoktur, ben öyle şey görmedim hiç. Evvelden ceryan ne arardı anam. Ocakların bile altına, çam odunu yakardık da tencereler kömür gibi olurdu.
KIBRIS: Rüyalarını hatırlanmın uyandığında?
Melek Oylum: Hatırlarım ya, kimi iş dutarım ovalarda. Kimi davar beklerim herifle beraber, orak biçerik…(gülüyor)
KIBRIS: Şimdi herkes boşanır, muhabbet azaldı. Nasıl görün ortalığın halini?
Melek Oylum: Çok maraz ederim gızım. Çoluklu çocuklu ayrılırlar. Gadınlar ayrılırlar cemiyet gurarlar baştan, duvak dakarlar gelin olurlar.
Ortalığın açıklığından böyle oldu. İnsanlar serbest oldu. Evvelden herkes örtülü kapalıydı. Şimdi alem sinemalarda, barlarda. Evvelden insanlar çok mutluydular. Şimdi herkes gendi gendini beğenir.
KIBRIS: Böyle uzun ömürlü olmak nasıldır?
Melek Oylum: Yarı buçuk yaşarım madem kaç para eder gızım. Gözüm görmez, gulağım duymaz. Çocuklarım, torunlarım bakar bana ama hiçbir şey insanın kendi yaptığın gibi olamaz.
Melek Neneyle bu hoş sohbetten sonra birer meyve suyu da içtik. Bana, “Annene çok selam söyle, gittiğim yerde bir gocakarıcık buldum de” dedi gülerek.
Yavaşça sandalyeden kalktı ve nerdeyse arabaya kadar bizi geçirdi… Ardımızdan, “Güle güleyin” deyip el salladı…
Görneçli Melek Oylum 99 yaşında, 15 çocuk, 30’dan fazla torun sahibi, ne şekeri, ne de tansiyonu var.
Dağların eteğindeki o köyde; Görneç’te babamla ilerliyoruz… Sokaklar boş… Arkadaşım Kezban’ın evini bulacağız o da bizi 99 yaşındaki büyük nenesinin evine götürecek…
Dik bir sokaktan bastonuyla yavaş adımlarla aşağıya doğru inen yaşlı bir kadın gördük. Babama, “Sakın bizim aradığımız nene bu olmasın” dedim… Güldük…
Yavaşladık ve yanında durduk, ben arabanın camından seslendim: Napan nene…
Yüzüme baktı ama belli ki beni duymamıştı… Bağırarak bir kez daha seslendim… Napan nene…
“Eyi” dedi… Yüzüme biraz daha baktıktan sonra sordu: Satıcısınız anam?
“Yok” dedim… Gazeteden geldiğimizi söyledim ama sanırım onu da duymadı…
“Nere giden?” diye sordum… “Evime” dedi…
Nenenin yanından uzaklaştık, telefon çaldı… Arayan Kezban’dı. Evi bir daha tarif etti. Sağa döndük, sola döndük. Bir evin bahçesinden “Buradayım” diye seslenen Kezban’ın sesini duyup durduk…
Kahve içerken Kezban’a yolda bulduğumuz yaşlı kadını anlattık, “Nenem olabilir” dedi… “Dolaşmayı sever…”
Ve röportaja başlamak için büyük bir sabırsızlıkla Melek Nene’nin evininin yolunu tuttuk…
O da ne! Melek Nene evde yok… Gelinine soruduk, orda değildi, komşusunda da yok… Onu oğlunun evinde buldular, “Sana misafir geldi” dediler...
Melek Nene 5–6 dakika sonra karşıdan göründü. Babamla yolda gördüğümüz yaşlı kadın oydu… Yanına gidip koluna girdik… Kapının yanına yanaşınca cebinden kocaman bir anahtar çıkardı…
Duvara doğru döndü, eliyle kapıyı aradı, sanırım gözleri çok az görüyordu… Yavaşça ona kapıyı gösterdik… İçeri girer girmez, ‘Oturun anam, hoş geldiniz’ dedi.
Kezban’a bana şeker ağırlamasını söyledi… Sonra da meyve suyu ikram etmelerini istedi… Ağırdan sohbet etmeye başladık… Ve şaşırıp kaldığım o an; Melek Nene bana, “Gel meyve sularımızı tokuşturalım’ dedi… Çok neşeli bir kadındı, ne söylesek gülüyordu…
Ses kayıt cihazımı açıp yanına koydum… Kulakları ağır işitiyordu diye yanına sokuldum, ona o kadar yakındım ki beyaz perde inmiş gözlerinde yüzümü görüyordum…
Başladık sohbete, bağıra çağıra konuşuyorduk… Melek Nene duymadığı yerde, elimi tutuyor, “Anlamadım gızım bir daha söyle” diyordu… Onunla çocukluğunu, genç kızlık yıllarını, evliliğini ve o dönemin şartlarında nasıl yaşadıklarını konuştuk…
Hem onu dinliyor hem de yaşlı bedenine bakıyordum. Ne kadar da zayıftı… Ağzında tek bir diş bile yoktu… Çemberinin altından görünen saçları kınalıydı, kınayı kendi yakmış. Bana hayatında hiç kuaföre gitmediğinde bahsetti, “Gençliğimde saçlarım eteğimle aynı boydaydı” dedi…
Şöyle desem; onunla röportaj yapmak gerçekten müthişti…20’li yaşlarda genç bir kızla sohbet edermiş gibi hissettim kendimi, neredeyse her sözümüzden sonra odada bir kahkaha kopuyordu…
Hayatında hiç TV seyretmedi…
Kıbrıs’ın güzel köylerinden Görneç’te yaşayan Melek nine tam 99 yaşında... Yakışıklı eşi ile 16 yaşında iken evlenmiş, 17’sinde çocuk sahibi olmuş... Evin ihtiyacı olan sebzeleri, tavukları bahçesinde yetiştirmiş.
15 çocuk, 30’dan fazla torun ve torun çocuğu sahibi olan Melek Oylum, hayatında hasta olmayan ender insanlardan biri... Halen sağlıklı bir yaşam sürdüğünü belirterek, hayatta kalmasını ‘çalışmaya’ bağlıyor ve “çalışan demir paslanmaz” diyor...
Oturmakla birşey olmaz...
Gençlere daima hareketli olmayı, çalışmayı, kendi yiyeceğini yetiştirmeyi tavsiye eden Melek Oylum, hayatında hiç televizyon seyretmediğini söylüyor...
Çocukları teklif ettiğinde “bana öyle şey getirmeyin” demiş, ayrıca elektrikli alet kullanmamış... “Herşeyi kendi ellerimle yapmayı severim” diyen Melek Oylum, bugüne kadar hiç diyet yapmadığını, canının çektiği herşeyi ‘aşırıya kaçmadan’ yemiş ve içmiş...
İşte Görneç’deki bir asırlık bir yaşam öyküsünün KIBRIS’a yansıması…
KIBRIS: Hangi sene de doğdun Melek Nene?
Melek Oylum: Ocağın 11’inde. 1900… 1911’de mi 1912’de mi? Unuttum orasını…1911 doğumlu olacam. Zere 1903’de Tahir kardeşim, ondan dokuz sene sonra Mehmet Salih kardeşim doğmuş, o altı yaşında olunca ben doğmuşum…
Ebeyi o getirmiş anama… Harça doğumluyuk biz. Bubam 1912’de gelmiş bu köye. Ben daha yörümezmişim, emeklermişim yerde.
KIBRIS: Babanın, annenin ismi neydi, ne iş yaparlardı?
Melek Oylum: İbrahim’di bubamın adı. Kömürcülük, kahvecilik ederdi, ne iş olsa yapardı. Annem da Ayşe’ydi. Terzilik, çulfalık ederdi. Dezgah da dokurdu. İki gardaşım vardı. Biri Tahir, biri da Mehmet Salih. Ben de Melek. Bir anadan bir bubadanık hepsimiz…
KIBRIS: Okula gidebildin mi?
Melek Oylum: Köy okulunu bitirdim. Eski Türkçe okurduk evvelden. Okulda, ikinci seneye geçtiğinde “gıratağa çıktım” derdin. Eskiden kitapların adı, Tebareke, Amme, Cerohya’ydı. Şimdiki gibi alfabe yoktu.
Çocuklarımı okula goduğumunan yerde bir gazete bulurdum, şimdikilerden. Onu alır, okurdum. Yeni Türkçeyi çocuklara öğretirken ben onlardan önüne öğrendim. Gözüm görürken gazete kitap, Kuran okurdum.
KIBRIS: Okulu bitirince ne yaptın?
Melek Oylum: 12 yaşında bitirdim okulu. Dezgah dokumaya, dikiş dikmeye başladım. Annem köylüye, entari, çarşaf, gömlek dikerdi. Birkaç goyuncuğumuz vardı. Rahmetlik Mehmet Salih kardeşim beklerdi.
Ben 13 yaşındayken bubam öldü, yetim kaldık. 50 yaşında öldü bubam, ansızdan hasda olduydu. Anam da 70 yaşında öldü. Duyanlara ömür olsun.
KIBRIS: Kaç yaşında evlendin?
Melek Oylum: 16 yaşında evlendim, 17 yaşında doğurdum. Yeğeniminan, halamın oğluyla evlendim. Ahmet Oylum’udu adı. Benden 7 yaş böyüğüdü.
KIBRIS: Severek aldınız birbirinizi?
Melek Oylum: Yok, ben nikah oldum da daha heriften kaçardım (gülüyor). Nikah oldum doğrudan, nişan olup da oturmadım. Hacılar Bayramıydı (kurban bayramı). Asker camiden çıktı benim nikah kıyıldı.
Orak biçme zamanı istediydi beni gocam Allah’ın emrine. Gardaşlarım, “Vekilin olayım mı, nikahını kıydırayım mı?” diye kapının arkasından söz aldıydı benden. Evvelden böyle kapıyı örterlerdi, yanına dururdu bir kadın, kapının önünden çağırırdı muhtar, bir iki de şahit olurdu köyden.
“Melek Hanım yeğenin Ahmet’le Allah’ın emrine nikah edeceyik seni kabul edermin?” derlerdi. Birincide seslenmezdin. İkinci gene sorarlardı, seslenmezdin, üçüncüde de “Ol” derdik.
Dışarıdakileri görmezdin. Nikah kıyılınca camide yazıp çızmaya gittiler sonra. Zimane yazarlardı. O yazılan kağıdı kadıya götürürlerdi. Herife koçan olurdun artık (gülüyor)
KIBRIS: Nikah gecesi mi görüştünüz?
Melek Oylum: Yok, üç gün sonra ovaya giderdik. Bir adam vardı, Derviş Ağa diye. Ona burçak yolardık. Bizim evimiz yukarıdaki köydeydi. Akşamüstü herifin kapısının önünden geçtik. Oradan geçer da giderdik ovaya. Annem, genablam hem ben vardım.
Ahmet geçti genablamın önüne, “Ben nişanlımı ırgat ettirmem. Malım var çok şükür, isterseniz siz de gelin yanımda çalışın, emeğinizi ödeyim. Gayır olmam nişanlım ezilsin ovalarda” dedi.
Koçanı verdik adama, madem istemezdi nasıl gidip işleyceydim başkasının yanında? Artık onun tarlasına gitmeye başladık. Çarşaflıydık o zaman, yüzümüz gözümüz görünmezdi, aha böyle (çemberiyle ağzını burnunu kapatıyor).
Zaten nerde göreceydim gızım onu. Ben yukarıkı köyde kalırdım o aşağıki. Binde bir görürdüm ama o beni yine görmezdi. İş vardı o zaman, işlerdik gocamınan. Bir yıl sonra evlendik. Bazı gece olur harmanlarda yatırdık.
Fakirlik vardı, gaynanam öküzlerin yanında yatırdı. Onun evinde galdık ilk önce biz de. Ev ne arardı…
KIBRIS: Düğünü ne zaman yaptınız?
Melek Oylum: Düğün yapmadık. Beraber olduk artık. Gardaşım, “Gelme eve nihaklınla gal gayrı” dedi. Ev yoktu. Gardaşım bir dul kadını gaçırdı duvardan getirdi eve. Nerde galacaktık biz? Ama eskiden düğünler çok güzel olurdu.
Deylim cumartesi gün başlardı, taa perşembe güne kadar yeme içme olurdu. Gerdeğe cuma gecesi girerlerdi.
KIBRIS: Çeyiz yaptı mıydı annen sana?
Melek Oylum: Uuuu. Gayıtım gamatım hazırdı. Ailenin bir gızıydım, her şeyimi yaptılardı bana… Bir taneydim diye, giydiğim urubaları, ayakkabıları kimse giymedi. Çok devran sürdüm anamın evinde. Cemiyet olduğunda boya da sürerdim, süslenirdim da.
KIBRIS: Gerdek gecesinden sonra çarşafı gösterdin mi gaynanana?
Melek Oylum: Vardı tabi öyle adetler ama ben göstermedim. Zaten gaynanam yıkardı çamaşırları, sırtımdan urubamı çıkarırdım koyardım bir kenara. Gördüydü çarşafı.
Ne vakit ovalarda işi bitirdik, harmanı da sürdük, zahreleri taşıdık eve. “Hazırla pırtıyı” dedi gocam anama. Evleneceyik. Evimizde kalacaktık artık. İnsan getirdik, çeyiz defteri yazdırdı bana.
KIBRIS: Çeyiz defteri neydi?
Melek Oylum: Çeyiz defterine ne kadar pırtın var onu yazarlardı. Malın olduğu belli olsun diye. Anlaşmazlık olursa da ayrılırsan eşyalar “benimdir” diye söyleyebilirdin.
Benim buraya kadar (boğazını gösteriyor) altınım vardı boynumda. Mahmudiyeler, öyle evvel zaman altınları. Sonra tabaklar, üç tane minder, bir garyola… Havlıya yığdılar çeyizi hep. Altınlarıma kadar yazdılar. İmzaladı muhtarlar hem azalar. Pılımı pırtımı getirdik herifin evine…
KIBRIS: Neden düğün yapmadınız, gelinlik giyesin öyle, çalgılı oyunlu…
Melek Oylum: Gaynanam gayıl olmadı düğün yapalım. Ayırsın isterdi beni oğlundan. Benim gardaşıma istediydi gızını versin. Yaşlandıydı gızı, evde galdıydı. Almadıydı Tahir ağam. O da huylandı. Bir gadın vardı, gomşuydu.
Benim herifin ilk nişanlısıydı bu gız. O zaman fazla para istemiş gızın tarafı benim adam da gabul etmemiş versin, bozmuşlar nişanı. Başka bir adam isterdi gızı ama o istemezdi evlensin. Gocamı isterdi ille. Gelirdi buğday yıkamaya, un öğütmeye.
Gaynanam onu çağırırdı da dökerlerdi buğdayı gaba. Ben de içerde otururdum. Gaynanam o gızla isterdi evlendirsin oğlunu. Gız da haber yolladı gocama, “Gabul ederse beni geleyim” diye. Neyse lafı fazla uzatmayalım, “Benim garım hamiledir, garımın üstüne körlük etmem” dedi herif.
Düğün etmedik ama muhabbetli geçindik. Gaynanam huysuzluk ederdi ama gulağım bile duymazdı, geçindiğim adama bakardım ben. Ben düğün yapamadım ama çocuklarıma düğün değil düğünler yaptım gızım.
KIBRIS: Hiç dövdü mü gocan seni?
Melek Oylum: Birkaç defa durduğum yerde dövdü beni. Bir kız gardaşı vardı, eser basardı, biraz akılsızdı. Biz de hem saman basırık hem harman sürerdik. Herif, “Harmanın kenarını toplayın da dağıldı” dedi. O da samanı götürdü köye.
“Ver süpürgeyi” derim gız gardaşına, vermez. Uzandım aldım elinden süpürgeyi, ağlayarak diğer harman gomuşularının yanına gitti. O gadın da gocama, “Bir sen döven bu gızı bir da garın” dedi. Herif da bunu duyunca geldi harmanda dövdü beni.
KIBRIS: Küsmedin dövünce seni?
Melek Oylum: Çocuk salıncakta yatırdı nere küseceydim! Küsüp da napacaydım…(gülüyor)
KIBRIS: Kaç çocuk doğurdun?
Melek Oylum: 15 dane çocuk doğurdum. Yedi dane var şimdi hayatta. Üç dane öldü, dört dane de düşürdüm. İlk çocuğum dört aylık oldu, ansızdan yatakta ölü bulundu. Hala daha bilmeyik ne olduğunu.
Evde doğurdum çocuklarımın hepsini. Ebe vardı köyde, o gelir doğurturdu… Davar ebesiydi, hayvanları doğurdurdu, keçileri, goyunları. Allah yol verirdi bize, yavaş yavaş doğurduk.
KIBRIS: 15 çocuk çok değildi, hiç gözlenmezdiniz?
Melek Oylum: Gözlenmezdik. Ne gözlendim gızım ne hiç. Çok şükür olsun ne de hasta oldum. Bunu da anlatayım sana. Yeniceköyde bir kızım var. Bu saat oldu (17.00 suları) ha arpa işini bitireyim, ha burasını da yapayım, aman doğurursam galacak hepsi deye deye, suyum açıldı ovada.
Gan gelmeye başladı. Yavaş yavaş hayvanın sağ tarafına dakıldım geldim köye. Çocuklar, düşürdüler hayvanın üstünden beni evin orta yerine, yazdılar yere bir de çul. Ebe de yanlışlığınan diğer eve gitti, taa gelsin bulsun beni doğurdum.
Yatsıya tuzladı onardı çocuğu. Eskiden yağın içine tuz goyarlardı da üstünü başını yağlarlardı çocuğun. Ayaklarını, koltuklarının altını yağla ovalarlardı işte…
KIBRIS: Gonu, gomuşu geçmiş olsun demeye gelirdi?
Melek Oylum: Gelirlerdi ya. Gatmer, bişi, börek yaparlar, getirirlerdi. Biz de gaba bir yemiş goyardık verirdik gelenlere. Yataktan galdırırlardı bizi gelinlik ya da yeni uruba geydirirlerdi. Bir de peştamala sarılırdık bebek kucağımızda.
Çivit elimizde… Fincanın içine mavi bir şey goyarlardı, ona çivit derlerdi. O çivit 40 gün gözlerdi al basmasın lohusayı… Mühür goyardı mesela o çivitle. ‘Bu hurunun taşı, bu çamaşır teknenin önü, bu gideceğin sokak diye.
Ebe yapardı bunu, bir çakıyla çizerdi, loğusa da gider nişan goyardı çivitle. Ama beni lohusaykan ne al bastı ne bişey…(gülüyor)
KIBRIS: Gocan yakışıklıydı?
Melek Oylum: Tabii, denk bir deliganlıydı. Yakışıklıydı çok, çocuklarıma bak, mal meydanda (duvardaki resimlere doğru dönüyor) Başga kadınlara hiç bakmazdı benimki. Bekarıkan yaparsaydı bilmem ama evlenince hiç yapmadı öyle şeyler.
Püü evvelden daha çok hovarda gadın vardı. Gendileri gaçar giderdi gocaya. Fenalık da çok vardı eskiden…
KIBRIS: Yokluk çektiniz mi zamanında Melek Nene?
Melek Oylum: Sıkı gün da gördük bol gün da. Gendimiz kümesten keser yerdik tavuğu, davarımız vardı, keser yerdik et. Sebzeyi, meyveyi ekerdik bahçamıza. Bamya, patlıcan, gabak, biber, börülce...
Bunları ekerdik. Zerdali da vardı havlıda. Hey biri bu kadar (eliyle bir mandalinanın büyüklüğünü gösteriyor)…
Nar, portakal, mandalina, turunç. Her şeyimizi kendimiz yapardık eskiden. Akşama gadar ovalarda işlerdim. Gece hellim yapardım, magarına sürterdim çocuklara. Şehirgeyi elimde keserdim. Orak zamanı gelince siniler dolusu şehirge keserdik, huruna gorduk gabira ederdik.
KIBRIS: Çarşaf giyerdiniz eskiden, ne zaman attınız çarşafı?
Melek Oylum: Teşkilat geldiydi Türkiye’den. Atatürk o zaman kapela giydiğinde o vakıt biz de attık çarşafı…
Kızın çeyizini yapmaya giderdik Lefkoşa’ya. O zaman da çarşafı yeni yeni çıkarırdı kadınlar. Benim herif, “Biri şeherde yönelirse çarşafı alsın başından katil olacam” dedi.
Yabancı biri deysin üstüme gayır olur muydu hiç? Gocam,“Gendi rızanla yemeni tak başına, at çarşafı” dedi. Serdarlı’da sinema açıldı o vakıt. Gomşular vardı, çarşafları attık, gittik. Sinemanın içi insan dolu. Çok utandık (gülüyor)… Sonra alıştık.
KIBRIS: Lefkoşa’ya devamlı gider miydiniz?
Melek Oylum: Her hafta giderdik. Hellim, peynir götürürdük satmaya. Eskiden ucuzdu ortalık. Sütün son günlerinde tarana yapardım, gurudurdum damlarda. Götürür satardım. Lefkoşa evvelden çok güzeldi.
Cuma çarşısı vardı Urum tarafında. Gıcır gıcır gaynardı. Öyle Urumu, Türkü karışığıdı. Her Cuma giderdik.
KIBRIS: Hepsi hayatta mı çocuklarının?
Melek Oylum: Hayattadır ya, maşallah haset gibi olmasın bir köy olur benim çoluk çocuğum. Dört oğlum, üç da gızım var. Güral, Güner, Münür, Kemal, Kezban, Sonay, Özgül’dür çocuklarımın adı.
Torunlarımın torunlarını gördüm ben ama sorarsan kaç danedirler hisabını bilmem. Bir torun çocuğum var ölü, ufakken traktör kazası geçirdiydi…
KIBRIS: Ev, çeyiz yapabildin çocuklarına?
Melek Oylum: Anamın bubamın bana verdiği altınlarla yapdım çoluk çocuğuma evi. Bubamın rüyasına biri gelmiş, “Bir para bulacan, kızının beline guşak edip bağlayacan” demiş.
Ben doğduktan iki gün sonra bubam bir veranda bir darcık lira bulmuş. Belime guşak edip bağlamış, gardaşlarım, anam o parayı almadı elimden. O altınları sattım, ev yaptım çocuklara, herife eşek, öküz, tohum aldım. Velhasıl geçindik gittik…
KIBRIS: Bir rahatsızlığın var mı şimdi, ilaç kullanırmın?
Melek Oylum: Yoktur rahatsızlığım gızım çok şükür. Her gayıtı yerim, perhiz dutmam. Ne şekerim var ne tansiyonum. Bir defa hasda olduydum ben. Öldüm diye uzattılar beni. Çengemi bağlayıyorlarmış.
Bir doktor vardı Lefkoşa’da Özer Bindayı onu getirdiler, Mührüze Hanım vardı Serdarlı’da doktordu, o da geldi. Bir iğne yaptılar, işemişim da mamırlamışım. Ben marazın üstüne çok düşerim, herhalde bir marazım vardı onun için öyle olduydum. Öldüm de gene canlandım yani.
Ses kayıt cihazına bakıyor, ‘Hep bunları alırsan makineciğe, dolacak’ diyor ve gülüyor…
KIBRIS: Bayramlarda gelenin gidenin olur mu çok?
Melek Oylum: Ben buracığa otururum, bir sele de şeker gorum. Gelen elimi öper alır şekerini, siyarasını (sigara). 8 paket siyara godum geçen bayram helal olsun.
Kimine bütün paket verdim, kimiler birer dane. Torunlar, torun çocukları galabalıktır. Para veremem bayramda, nerden bulayım o kadar parayı… Bana gelen halkı görsen, püü. Para etiştirmem… Bazı şeker, bazı lokum veririm işde… Kısmette ne varsa.
KIBRIS: Kendi yemeğini kendin mi pişirin?
Melek Oylum: Gözlerim görmez, pişiremem. Kibriti yakarım da görmem yanar mı. Götürdüler beni göz hekimine. Gösterirdi bana numaraları. Bir diyeceğime yanlışlığınan iki dedim.
Kör oldu bu gözün dedi doktor. Nasıl kör oldu? E böyle yaparım (bir gözünü kapatıyor) biri nasıl görürse öbürü de öyle görür. Gözlerim açılsaydı isterdim ameliyat ettireyim. Böyle güneşte biraz görürüm ama şimdi göremem yüzünü, garaltını görürüm.
Gulaklarım da sağır oldu, gittim doktora, yıkamadı yani doktor gulaklarımı öyle ceyranı vıngırdattı içinde biraz sonra açılacak dedi iki senedir açılmadı (gülüyor).
Evlatlarım, torunlarım bakar bana. Köyün içindedir çocuklarım, iki danesi dışarıdadır. Biri Göneli’de, biri de Yeniceköy’de.
KIBRIS: Kaç para maaş alın ayda?
Melek Oylum: 500 lira. Nedir bir gişinin yeyceği zaten. İdare ederim... Vergi parası alırlar ama benden, belediye parası, telefon parası, su parası…
KIBRIS: Dişlerinin hepsini söktürdün mü Melek Nene?
Melek Oylum: 18 yaşındaydım dişlerimi çektirmeye başladığımda. Hiç dişim yoktur ağzımda ama dakma diş dakamam. Zorlanırım yemek yerken ama napayım idare ederim. Gavruntu yemem, ama etin tavuğun pişmişini yerim.
KIBRIS: Geceleri usanman yalnız, televizyonun var mı?
Melek Oylum: Televizyonum yoktur, ben öyle şey görmedim hiç. Evvelden ceryan ne arardı anam. Ocakların bile altına, çam odunu yakardık da tencereler kömür gibi olurdu.
KIBRIS: Rüyalarını hatırlanmın uyandığında?
Melek Oylum: Hatırlarım ya, kimi iş dutarım ovalarda. Kimi davar beklerim herifle beraber, orak biçerik…(gülüyor)
KIBRIS: Şimdi herkes boşanır, muhabbet azaldı. Nasıl görün ortalığın halini?
Melek Oylum: Çok maraz ederim gızım. Çoluklu çocuklu ayrılırlar. Gadınlar ayrılırlar cemiyet gurarlar baştan, duvak dakarlar gelin olurlar.
Ortalığın açıklığından böyle oldu. İnsanlar serbest oldu. Evvelden herkes örtülü kapalıydı. Şimdi alem sinemalarda, barlarda. Evvelden insanlar çok mutluydular. Şimdi herkes gendi gendini beğenir.
KIBRIS: Böyle uzun ömürlü olmak nasıldır?
Melek Oylum: Yarı buçuk yaşarım madem kaç para eder gızım. Gözüm görmez, gulağım duymaz. Çocuklarım, torunlarım bakar bana ama hiçbir şey insanın kendi yaptığın gibi olamaz.
Melek Neneyle bu hoş sohbetten sonra birer meyve suyu da içtik. Bana, “Annene çok selam söyle, gittiğim yerde bir gocakarıcık buldum de” dedi gülerek.
Yavaşça sandalyeden kalktı ve nerdeyse arabaya kadar bizi geçirdi… Ardımızdan, “Güle güleyin” deyip el salladı…
Görneçli Melek Oylum 99 yaşında, 15 çocuk, 30’dan fazla torun sahibi, ne şekeri, ne de tansiyonu var.
Haber Kaynağım :
Rahme ÇİFTÇİOĞLU röportajıdır.
http://www.kibrisgazetesi.com/