Hani derler ya ”Tarihini bilmeyen bir milletin coğrafyasını başkaları çizer.” Gerçekten bu durum böyle midir? Coğrafyamızı sadece tarih mi çizmiştir? Çizilen coğrafyanın içinde tarih mi yapıldı? Zikretmek istediğim, oluşan coğrafyaya nispeten tarih mi okutuldu?
Hakikatleri bir mıknatıs gibi içinde barındırdığı halde halis olmayanları da yanına çekmek zorunda mı kalmıştı? Evet, zorunda kaldı. Çünkü; birçok rivayet vardı. Hangisiydi doğru olan? Sempatik olan, mantığa uyan, hainliği pekiştiren yoksa milli menfaatlere uygun olan mı? Sizce?
Birçok formatta anlatılan tarihin çoğu aynı versiyondu. Bu şekilde öğretiliyor. Böyle yaşıyorduk. Orta öğretimi bir kenara bırakalım. Yüksekokullarda da durum bundan farklı mı? Farklı ise neden? Farksızsa ne kadar?
Klasikleşmiş görüşler ve klasik söylemlerle yoğrulmuş bir sürü şey… Farz-ı muhal: Fatih’in babasına” Padişahsan ordunun başına gel…” diye sürüp giden mektubu gibi. ( Bu mektubun aslı olup olmadığını gerçek tarihçilerden—gerçek tarihçi kim, bunu belirlemek gerçekten zor?—dinlemek lazım)
Bu emsalleri çoğaltmak mümkündür. Bazı şeyleri sadece hıfzetmek için okuyor, dinliyor, yazıyoruz. Öyle anlar oluyor ki düşünmeyi düşünmüyoruz. Bir Tarih Varmış Bilir misin? Madem klasik görüşlerden yola çıktık, bir klasik görüşü daha ele alalım.
Bir İstanbul fethi yani Fatih’in fethi. Anıldığında göğsümüzü kabartan hadise. Bizim için fetih anlamına gelen şanlı ahval. Bu durum bizde bu şekilde zuhur eder. Peki bir Bizans kaynağında bu bir fetih mi? Onlar bu durumu işgal diye tabir ederler. Bizans’a bunun bir fetih olduğunu anlatamazsınız. Arap kaynağında da bir başka…
Kendi tarihimizi kıraat ettik, yargıladık, yargılara vardık. Oysa ötekinin tarihini okumak belki aklımıza geldi, belki de getirmek istemedik. Ötekinin tarihini de bilmek gerekmez mi ki?
Tarihi çoğu kez muharebelerle doldurduk. Tarihi Çanakkale, Mısır sandık. İstanbul ile taştık, Varna ile uçtuk. (Sonundaki tepkilerimiz olması gerekendi zaten.) Hep bu sahneleri aklımızda beyaz bir gül olarak intikal etmesini becerebilmiştik.
Beceremediğimiz nokta beyaz gülün ardındaki siyah gölgeyi göremeyişimizdir. Tarih sadece kılıç kalkan meselesi değil ki. Tarih bir psikoloji, ekonomidir de aynı zamanda. İki üç kelamla tarihi sınırlamak pek doğru olmaz elbette.
Günümüze değin bir çok şeyin alışa geldiği gibi tarihin bir bilim olduğu ideası da gelmişti. Hem de pozitif bir bilim. Soru işaretleri ister istemez çoğalıyor insanın kafasında ve yazısında. Evet, bir bilim midir gerçekten tarih? Önce bilimin ne olduğunu bilmemiz gerekmektedir.
Gerek duymamızın hikmetini şöyle açıklayabiliriz: Günümüzde bir çok meselenin lafızların manasını tam algılayamadığımızdan ya da algılayış farklılığımızdan kaynaklanmaktadır. Misal verecek olursak: Milliyetçilik meselesi. İki kişi münakaşa eder, milliyetçi benim der. Diğer asıl milliyetçi benim der.
Münakaşa belki bir saat belki iki saat devam etmektedir. Ancak; ortak bir noktaya varamazlar. Eğer ki milliyetçilik ırkçılıksa bir başka, hayır milliyetçilik kardeş sevgisi, ortak geçmişi olup birlikte yaşama arzusu olan ise bir başkadır. Bunu belirledikten sonra gerisi angarya.
Bizde buna mahal vermemek için bilimi tasvir edecek olursak: Beş duyunun algı alanına giren nesne, olgu veya ilişkilerin gözlem, test, tümevarım, tümdengelim, doğrulama gibi yöntemlerle sistematik olarak incelenmesi. Bir Tarih Varmış Bilir misin?
Başka bir ifadeyle, realitenin incelenmesi-anlaşılması-açıklanması süresinde insanın algı ve gözlem vasıtalarını kullanarak çeşitli yöntemlerle üretilen sistemleştirilen bilgi bütünüdür. Bilimin tanımını bu şekilde yaptıktan sonra asıl meselemize dönüş yapalım.(Tarihte birçok kaos olduğu gibi, tarihin bir bilim olup olmaması da bir kaostur.) Tarihin ne kadar bilim olduğu.
Bilimin tanımından yola çıkacak olursak kesişen noktalar aşikardır. Bunlar : Tarihte deneyciliğin olmaması, beş duyu organı ile algılanamaması gibi… Tarihin bilimliğini şu satırlarda ispatlamak veya anlatmak gerçekten bir meşakkat. Binaenaleyh ne kalem bu yükü kaldırabilir ne de bu kısa yazı. Ancak; en basitinden tutacağımız yer, tarihin objektifliği.
Ne kadar objektiftir ki tarih? Keşmekeş içinde olan olayları, olguları bir kenara bırakalım da asıl olarak gösterilen belgelere gelelim. Belgelerde ne kadar realist davranılmıştır? Belge diye önümüze birçok şey takdim edilmektedir. Oysa o belge hazırlandığında genel kuralları ne kadar ele aldığını bilemiyoruz.
Yavuz Sultan zamanında hünkarın aleyhine kaç kişi yazı yazabilirdi ki? Şahsiyetlerde nesnellik belli bir yere kadar süreceğini bilmek lazım. Örneğin 17.yy’ın ünlü seyyahı Evliya Çelebi, esrinde Damat Melek Ahmet Paşa diye yüce sıfatlarla tabir edilen bir kişiden bahseder.
Oysa ki Damat Melek Ahmet Paşa Evliya Çelebi’nin öz dayısıdır. O kadar yüce sıfatlarla anlatılacak bir paşa değildir.” Tarihte birçok mesele buzlu camın ardından manzara seyretmek gibidir.” Açıkçası çok yanılgı vardır tarihte. Bu yanılgı tarihten kaynaklanan bir husus değildir elbette.
Hocamın dediği gibi “Tarihte yanılgı yoktur. Yanılgı tarihçidedir.” Tarihin bu şekilde bilim olmayışı onun her tarafa çekmeye elverişli bir masal olduğu anlamına gelmez. Ayrıca onun değerini de küçültmez. Aksine tarihin muazzam olup bilim gibi bir eşgale sığmadığını teşhir etmektedir.
Tarih bir tahayyül değil bir disiplindir. Tarih bir kimliktir. Tarih bir edebi vasıtadır. Tarih aynı zamanda sosyal bir aktüalitedir. Hal böyle olunca doğal olarak genel kitlenin ele almasına neden olmuştur.
Yazımızda tarihin yalanlarla dolu olduğunu benimsetmek değil maksadım. Muhakkak ki başlı başına gerçeğin yansımasıdır. Zikredilmek istenen itimat meselesi. “Birlikten kuvvet doğar.” binaen itimat meselesini kendimize uygulamış olsaydık, bu gün daha da farklı şeyler olabilirdi.
Herkes tarihçiyim dedi. Herkes asli olan budur dedi. Herkes bir şeyler dedi. İşte bizim de tüm problemimiz burada zuhur ediyordu.
“Biz birbirinden habersiz birbiri gibi olamamıştık.”
Tarihin gerçek bir köşesinde buluşmak dileğiyle.
Haber Kaynağım :
Ömer Burak ÖZDEMİR' in makalesidir.
http://www.omerburakozdemir.com/
Hakikatleri bir mıknatıs gibi içinde barındırdığı halde halis olmayanları da yanına çekmek zorunda mı kalmıştı? Evet, zorunda kaldı. Çünkü; birçok rivayet vardı. Hangisiydi doğru olan? Sempatik olan, mantığa uyan, hainliği pekiştiren yoksa milli menfaatlere uygun olan mı? Sizce?
Birçok formatta anlatılan tarihin çoğu aynı versiyondu. Bu şekilde öğretiliyor. Böyle yaşıyorduk. Orta öğretimi bir kenara bırakalım. Yüksekokullarda da durum bundan farklı mı? Farklı ise neden? Farksızsa ne kadar?
Klasikleşmiş görüşler ve klasik söylemlerle yoğrulmuş bir sürü şey… Farz-ı muhal: Fatih’in babasına” Padişahsan ordunun başına gel…” diye sürüp giden mektubu gibi. ( Bu mektubun aslı olup olmadığını gerçek tarihçilerden—gerçek tarihçi kim, bunu belirlemek gerçekten zor?—dinlemek lazım)
Bu emsalleri çoğaltmak mümkündür. Bazı şeyleri sadece hıfzetmek için okuyor, dinliyor, yazıyoruz. Öyle anlar oluyor ki düşünmeyi düşünmüyoruz. Bir Tarih Varmış Bilir misin? Madem klasik görüşlerden yola çıktık, bir klasik görüşü daha ele alalım.
Bir İstanbul fethi yani Fatih’in fethi. Anıldığında göğsümüzü kabartan hadise. Bizim için fetih anlamına gelen şanlı ahval. Bu durum bizde bu şekilde zuhur eder. Peki bir Bizans kaynağında bu bir fetih mi? Onlar bu durumu işgal diye tabir ederler. Bizans’a bunun bir fetih olduğunu anlatamazsınız. Arap kaynağında da bir başka…
Kendi tarihimizi kıraat ettik, yargıladık, yargılara vardık. Oysa ötekinin tarihini okumak belki aklımıza geldi, belki de getirmek istemedik. Ötekinin tarihini de bilmek gerekmez mi ki?
Tarihi çoğu kez muharebelerle doldurduk. Tarihi Çanakkale, Mısır sandık. İstanbul ile taştık, Varna ile uçtuk. (Sonundaki tepkilerimiz olması gerekendi zaten.) Hep bu sahneleri aklımızda beyaz bir gül olarak intikal etmesini becerebilmiştik.
Beceremediğimiz nokta beyaz gülün ardındaki siyah gölgeyi göremeyişimizdir. Tarih sadece kılıç kalkan meselesi değil ki. Tarih bir psikoloji, ekonomidir de aynı zamanda. İki üç kelamla tarihi sınırlamak pek doğru olmaz elbette.
Günümüze değin bir çok şeyin alışa geldiği gibi tarihin bir bilim olduğu ideası da gelmişti. Hem de pozitif bir bilim. Soru işaretleri ister istemez çoğalıyor insanın kafasında ve yazısında. Evet, bir bilim midir gerçekten tarih? Önce bilimin ne olduğunu bilmemiz gerekmektedir.
Gerek duymamızın hikmetini şöyle açıklayabiliriz: Günümüzde bir çok meselenin lafızların manasını tam algılayamadığımızdan ya da algılayış farklılığımızdan kaynaklanmaktadır. Misal verecek olursak: Milliyetçilik meselesi. İki kişi münakaşa eder, milliyetçi benim der. Diğer asıl milliyetçi benim der.
Münakaşa belki bir saat belki iki saat devam etmektedir. Ancak; ortak bir noktaya varamazlar. Eğer ki milliyetçilik ırkçılıksa bir başka, hayır milliyetçilik kardeş sevgisi, ortak geçmişi olup birlikte yaşama arzusu olan ise bir başkadır. Bunu belirledikten sonra gerisi angarya.
Bizde buna mahal vermemek için bilimi tasvir edecek olursak: Beş duyunun algı alanına giren nesne, olgu veya ilişkilerin gözlem, test, tümevarım, tümdengelim, doğrulama gibi yöntemlerle sistematik olarak incelenmesi. Bir Tarih Varmış Bilir misin?
Başka bir ifadeyle, realitenin incelenmesi-anlaşılması-açıklanması süresinde insanın algı ve gözlem vasıtalarını kullanarak çeşitli yöntemlerle üretilen sistemleştirilen bilgi bütünüdür. Bilimin tanımını bu şekilde yaptıktan sonra asıl meselemize dönüş yapalım.(Tarihte birçok kaos olduğu gibi, tarihin bir bilim olup olmaması da bir kaostur.) Tarihin ne kadar bilim olduğu.
Bilimin tanımından yola çıkacak olursak kesişen noktalar aşikardır. Bunlar : Tarihte deneyciliğin olmaması, beş duyu organı ile algılanamaması gibi… Tarihin bilimliğini şu satırlarda ispatlamak veya anlatmak gerçekten bir meşakkat. Binaenaleyh ne kalem bu yükü kaldırabilir ne de bu kısa yazı. Ancak; en basitinden tutacağımız yer, tarihin objektifliği.
Ne kadar objektiftir ki tarih? Keşmekeş içinde olan olayları, olguları bir kenara bırakalım da asıl olarak gösterilen belgelere gelelim. Belgelerde ne kadar realist davranılmıştır? Belge diye önümüze birçok şey takdim edilmektedir. Oysa o belge hazırlandığında genel kuralları ne kadar ele aldığını bilemiyoruz.
Yavuz Sultan zamanında hünkarın aleyhine kaç kişi yazı yazabilirdi ki? Şahsiyetlerde nesnellik belli bir yere kadar süreceğini bilmek lazım. Örneğin 17.yy’ın ünlü seyyahı Evliya Çelebi, esrinde Damat Melek Ahmet Paşa diye yüce sıfatlarla tabir edilen bir kişiden bahseder.
Oysa ki Damat Melek Ahmet Paşa Evliya Çelebi’nin öz dayısıdır. O kadar yüce sıfatlarla anlatılacak bir paşa değildir.” Tarihte birçok mesele buzlu camın ardından manzara seyretmek gibidir.” Açıkçası çok yanılgı vardır tarihte. Bu yanılgı tarihten kaynaklanan bir husus değildir elbette.
Hocamın dediği gibi “Tarihte yanılgı yoktur. Yanılgı tarihçidedir.” Tarihin bu şekilde bilim olmayışı onun her tarafa çekmeye elverişli bir masal olduğu anlamına gelmez. Ayrıca onun değerini de küçültmez. Aksine tarihin muazzam olup bilim gibi bir eşgale sığmadığını teşhir etmektedir.
Tarih bir tahayyül değil bir disiplindir. Tarih bir kimliktir. Tarih bir edebi vasıtadır. Tarih aynı zamanda sosyal bir aktüalitedir. Hal böyle olunca doğal olarak genel kitlenin ele almasına neden olmuştur.
Yazımızda tarihin yalanlarla dolu olduğunu benimsetmek değil maksadım. Muhakkak ki başlı başına gerçeğin yansımasıdır. Zikredilmek istenen itimat meselesi. “Birlikten kuvvet doğar.” binaen itimat meselesini kendimize uygulamış olsaydık, bu gün daha da farklı şeyler olabilirdi.
Herkes tarihçiyim dedi. Herkes asli olan budur dedi. Herkes bir şeyler dedi. İşte bizim de tüm problemimiz burada zuhur ediyordu.
“Biz birbirinden habersiz birbiri gibi olamamıştık.”
Tarihin gerçek bir köşesinde buluşmak dileğiyle.
Haber Kaynağım :
Ömer Burak ÖZDEMİR' in makalesidir.
http://www.omerburakozdemir.com/