KADINSAN HEM DE…

Hayat boyu birlikte olmayı düşlediği insanı hiç beklemediği bir anda ebediyen kaybeden yada umutlarla, güzelliklerle başladığı birlikteliğini anlaşamadığı için ayrılarak sonlandıranlar…

Sonuçta yalnız ve bir başına kalanlar…


Çocukları olsa da yanlarında geceleri buz gibi bir yatakta uykuyu hasretle bekleyenler… Göz yaşlarını yastığa akıtırken, bedenlerinin isteklerini çaresizce susturanlar, unutmaya çalışanlar…

Yavaş yavaş tüm kapılar yüzlerine kapandığı için yapayalnız kalmaya mahkum edilen kadınlar… Kendi ayakları üzerinde tek başına durmak için verdikleri onca çabanın görmezden gelinmesine, toplum tarafından çaresizliğe itilmelerine bir anlam veremeyen yorgun, bitkin, umutsuz kadınlar…

Hayata tutunmak zordur böylesi durumlarda. Sığınacak başka bir liman bir daha karşısına çıkmayacakmış gibi gelir insana. Hele hele sevdiği ile beraber geçirilen yıllar uzunsa, kaybediş sonrasında yaşanacak travma daha büyük olur. Ve çoğu kadın kendisini dış dünyaya kapatır adeta, duygularını baskı altına alır ve kilitler.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi; çalıştığı iş yerinde olsun, uzun yıllar yaşadığı eski mahallesinde olsun, farklı bakışlarla, anlamsız imalarla kocaman bir kıskacın içinde yaşamaya mahkum edilir. Dışarıya çıkmalarına, nefes almalarına izin verilmez.

Adeta isyana teşvik edilir, başlarına gelen zorluklar yetmezmiş gibi hayatlarını karartmak için uğraşılır, ellerinden tutup destek olunacak, yardım edilecek yerde o kıskacın içinde bir ömre zorlanır.

Nedendir peki bunca tepki?

Kendimize ait dar bir perspektiften baktığımız için elbette. Anlamaya çalışmayız hayatlarını, yapmak istediklerini görmezden geliriz, hareketlerini dikkatlice izler, sonra da nedensiz yere suçlarız onları.

Başlarına gelen her şeyin tek sorumlusu olarak görürüz. Oysaki birde onlardan dinlesek hayat hikayelerini, yaşadıklarını, çektiklerini… daha kolay anlayacağız belki de yaptıklarını ve yapmak istediklerini.

Ama aklımıza bile getirmeyiz nedense. Çünkü suçlamak, bir insanı toplum dışına itmek daha kolayımıza gelir; her zaman yaptığımız gibi çoğunluğun düşüncesine aykırı düşünenleri, kalıplaşmış değer yargılarımıza aykırı hareket edenleri ayıplarız.

Farklı görüşlerden nefret ederiz, tartışmayı sevmeyiz ve kendi fikrimizi kabul ettirmek için baskı kurar, bazen şiddete başvururuz.

“Dul kadın” kimliğinde tüm haklarını kaybettiğine inanırız, var olanları da bizler elinden alırız. Ne ailesinin yanında, ne arkadaşlarının, ne de dostlarının… hiçbir yerde rahat nefes almasına izin vermeyiz.

Kaç yaşında olursa olsun bu kimlikle yaşamak gerçekten zordur kadınlar için; evli kadınlar onlardan nefret eder adeta, çünkü eşlerini ellerinden alacaklarını düşünürler; erkekler ise tabirimi maruz görün ama kullanmak, yararlanmak isterler.

Dul kadın her adımında çok temkinli olmak zorundadır. Yaşam şekline, toplum içindeki davranışlarına, çevresindeki kişilerle olan ilişkilerine, bu ilişkilerin mesafesine, arkadaşlıklarına, dostluklarına, hatta giyim tarzına bile… Kolay kadın olarak algılanmamak içindir tüm bu çabalar.

“Kolay kadın” … ne kadar yakışıksız, ne kadar rencide edici bir tanımlama öyle değil mi? Aslında bu ve benzeri yakıştırmalar ne yazık ki toplumun oluşturduğu yazılı olmadığı, konuşulmadığı halde yıllar içinde uyulması gereken kurallar halinde önümüze sürülmüş değer yargılarıdır.

Toplum bilincine öylesine derinden yer etmiştir ki zaman zaman isyan etsek, karşı çıksak da kolay kolay terk edemeyiz bu düşünceleri.

Bizler bu şekilde düşünmeye ve tavır almaya devam ettiğimiz sürece, dul kadın kendisine konulan ismin ağırlığı altında ezilecek, iyice kendi kabuğuna çekilecektir.

Hemen toparlanmazsa yaşamı giderek zorlaşacak ve kısa süre sonra karmaşık düşünceler içinde her şeye boş verip, kendini bile önemsememeye başlayacaktır. Günler geçip gittiği halde onun içinden bir şey yapmak gelemeyecektir, çünkü çaresiz ve yapayalnız kalmasının isyanı tüm bedenini kaplayacaktır.


Eskiden ailece görüştüğü ve çok iyi anlaştığı arkadaşları artık onunla yollarını ayırmıştır. Üstelik potansiyel bir tehlike olarak görülmektedir. Oysaki şimdi aradığı kederini, acısını, göz yaşlarını paylaşacağı dostlarıdır.

Ama kabahati her ne ise onu soyutlamışlardır kendi yaşantılarından. Kendisini, duygularını, içinde bulunduğu zor şartları anlamamış ve ellerinin tersi ile itmişlerdir karanlığa doğru.

Zor bir yaşam, karanlık bir tünel onu beklemektedir artık. O tünelin ucunda belli belirsiz duran ışığı yakalayıp, yeni hayatında mutlu olabilmesi tamamen kendisine bağlıdır.

Bizler sadece vereceğimiz umut ve cesaretle bu ışığın kuvvetlenmesine yardımcı olabiliriz. Zor olsa da o ışığı yakalamayı denemeli, umutla yılmadan hayatına devam etmeli ve eski kimliğini geri kazanmalıdır bir şekilde.

Yok yok içiniz kararmasın hemen çünkü tüm örnekler böylesi karanlık değil elbette, ayrıca olmamalı da. Arkadaşlarının, yakın çevresinin sıcaklığını fazlası ile gören, dışlanmayan, aksine desteklenen dul kadınlar da var aramızda.

Ben onların diğerlerine göre daha şanslı olduklarına inanıyorum. Biraz kendi çabaları, biraz çevrelerinin pozitif etkisi ile yaşadıkları travmayı kolayca atlattıkları için; eski kimliklerini yeniden sahiplenip ayaklarının üzerinde durmayı başardıkları için.

Onlar kadar şanslı olamayanlar içinse toplum olarak yapacağımız şeyler var mutlaka. Öncelikle bakış açımızı değiştirmekle başlayabiliriz, ne dersiniz? Çünkü tüm alışkanlıklara karşı yine de önce insan olmayı becerebilmek lazım diye düşünüyorum ben. Elbette onlara daha yaşanabilir bir zemin sunabilmek adına.

Hazır konu açılmışken aylar öncesinden okuduğum bir romandan bahsetmemek olmaz sanırım. Sözünü ettiğim İnci Asena’nın “Aldanış” adlı eseri. Dul bir kadının yalnızlığa yavaş yavaş mahkum edilişini tüm çıplaklığı ile gözler önüne seren güzel bir eserdi.

Eşini kaybetmenin acısı hafızasında henüz dipdiri dururken; kendini mutlu sandığı dönemlerinde o çok sevdiği eşi tarafından yıllarca aldatıldığını da öğrenen ve karşısına çıkan maddi manevi tüm zorluklarla mücadele etmek zorunda kalan genç bir kadının hayatı konu edilmişti.

Etkilemişti beni okurken bir kadın olarak; verdiği hayat mücadelesine hayran kalmıştım. Bu ve benzeri öykülere yabancı değiliz aslında.

Tam bu noktada büyük yazı ustası Çetin Altan’ın kadına ilişkin bir derlemesi olan “Kadın, Işık ve Ateş” adlı eserindeki şu cümlelerin altını çizmek gerekli diye düşünüyorum.


“Dünyanın içinden geçerken karşılaştığımız değişik çerçeveler içindeki kadın portreleri, kadın yaşamları, kadın acıları… bir ömür sadece onları yazsak, yine de pek bir şey anlatabilmiş sayılmazdık.”

O kapalı kapılar ardında kim bilir ne hayat mücadeleleri veriliyor ve biz çoğundan haberdar bile değiliz. Ama esas olan toplum baskısının rüzgarı ile öteye beriye savrulmadan ayakta kalabilmek sanırım.

Bunun içinde her ne olursa olsun, insanın önce kendisi yaşamına saygı göstermesi ve yaşamını devam ettirmek zorunda olduğunu anlaması gerekiyor. Aslında şu ya da bu şekilde hiç birimizin yaşama küsme gibi bir lüksü yok, öyle değil mi?

Bu gerçeği benimseyen, her şeye rağmen gülümseyen ve gülümsemek isteyen tüm kadınlar için, yalnız olmadıklarını hissettirmek adına yazmak istedim bende. Sevgiyle kalın.

Haber Kaynağım :
Belgin ERYAVUZ Makalesidir.
http://belgineryavuz.blogspot.com/