Aslına rücu eden Türkiye'de kadın olmak

 
“Kadın olmayı vurgulamaktan hoşlanmam ama ülkenizde neredeyse her yerde, İstanbul’da da tacize uğruyorum.

Son iki yıl öncesine kadar yoktu. 


Gitgide Ortadoğu ülkelerindeki gibi oldu.

Erkekler eskiden ciddiye alırdı sizi.

Şimdi iki saniye bir erkekle konuşsanız hemen 'Evli misiniz?' diye soruyorlar.

Mesela bagajım kayboldu Van’da. 


Yardım istediğim havaalanı personelinden bir adam hemen flört etmeye yeltendi. Çok bunaldım. 

Birine adres sorsanız, hemen ‘müsait’ olduğunuz düşünülüyor...

Ortadoğu’ya giderken hep bize tavsiye edilir, 'Yüzük takın, evliyim' deyin diye.

Türkiye’ye gelirken yapmazdım”


Avrupa Birliği Ortadoğu Politikaları Uzmanı Dorothee Schmid, geçtiğimiz aylarda verdiği bir röportajda aynen bunları söylemişti.

Kilit cümle şu: “Gitgide Ortadoğu ülkelerindeki gibi oldu.”

Türkiye, malumunuz, aslına rücu ediyor. O aslına döndükçe, erkekler de sırtını kadınlara dönüyor.

Zira, aslımızda kadına verilen değer, Ortadoğu coğrafyasından rahatlıkla izleyebildiğimiz kadarıyla öldürülmesi yasak kutsal bir hayvana verilen değerden hallicedir.

Bize aslımız olarak belletilen ve "özümüz" olduğundan ötürü karakterimiz üzerinde doğrudan hak sahibi olduğu iddia edilen bu kültürde, kadın, toplumda ancak erkeğin bir malı olarak var olabiliyor.

Katma değerini arttırabilmesinin tek yolu ise, cemaate yeni kullar sağlayabilmesi ile mümkün.

Bu yüzden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, kucağında çocukla gördüğü vatandaşa, inanılması güç bir cüret ile, kaç çocuk sahibi olduğunu sorup, cevabı yetersiz bulunca "Bas gaza" diyebiliyor ve bu durum, etik ve ahlak adına hicap verici bir sessizlikle karşılanıyor.

Böylece, modernizmin kadını soyarak cinsel bir objeye indirgemesine itiraz eden muhafazakarların kadın algılarının, aslında tiksinti ile bahsettikleri o insanlardan pek bir farkının olmadığı, yalnızca bunun metodolojisinde modernizmle uyuşamadıkları da ortaya çıkmış oluyor.

Kadına yalnızca anne olduğu vakit "katlanabilen" Ortadoğu ahlakı, içinden ataerkiyi çıkarsan, maneviyat olarak kimseyi tatmin edemeyecek kadar cılız bir kültürel altyapıya sahip olduğu için Yemen'de 40 yaşında bir adamın 8 yaşında bir kızla evlendirmesinde bir sakınca görülmüyor.

Böyle bir kültürel sefaletten kaynaklanan maneviyat yoksunluğu ile neyin iyi neyin kötü olduğuna karar veremeyen, ahlaksal bir çöküntüyü ahlak bellemiş o 40 yaşındaki adam da, gerdek gecesi, sekiz yaşında bir kızı cinsel yaralanmalar sonucu öldürerek dünyanın başka hiçbir yerinde duyamayacağınız, insanı insanlıktan soğutan, pessimizmin soğuk zindanlarına hapseden bu ve benzeri olaylara sebebiyet verebiliyor.

Aslına dönme yolunda sandıktan aldığı güç ile emin adımlarla ilerlemekte olan Türkiye ise, hedefine henüz yeteri kadar yakınlaşamadığı için, Nevşehir'de yürüyüşe çıkan 2 Japon kadın turisten birini öldürüp, diğerini hastanelik etmek ile yetiniyor.

Henüz hakkında bir açıklama yapılmayan, ne var ki, nedeninin ya olimpiyatlar ya da yalnızca kadın kadına yürüyüşe çıkmalarından kaynaklandığını anlayabilecek kadar katillerle empati kurabilmekle lanetlenmiş bizler, artık bu tip "had bildirme" eylemlerine şaşırmıyoruz.

Pippa Bacca ile başlayan, sonunu çok iyi bilmemize rağmen ayıp olmasın diye büründüğümüz şaşkınlık, aslımıza dönüş yolculuğumuz esnasında giderek artan kadına şiddet olayları ile yerini sessiz ve utanmaz bir kabule bıraktı.

Başörtülülere üniversiteyi yasaklayan zihniyetten, başı açıklara zulmü reva görenlere, iktidarın kendini her zaman kadın bedeni üzerinden tanımladığı Türkiye'de, başörtülü veya değil, tedirginlikte varoluş ortağı kadınlar, atmosferi koklayarak anlıyor, Türkiye'nin ve hadlerinin muhteviyatındaki değişimi.

Ne var ki yabancı turistler bu değişimden habersiz, onlar hala Türkiye'yi Batı'ya ait olmasa da o yolda çabalayan bir yer sanıyor.

Bilmiyorlar ki istikamet tam tersi. Bu nedenle bilhassa onlar hedef oluyor.

Aslımıza dönerken, "en zayıf halka" olarak önce onlar eleniyor.

Şimdiki denklem öncekinden daha "demokratik": Sandık diyor ki, kadınsan haddini bileceksin.

Teninle, bedeninle erkeğin aklını çelmeyeceksin. Sandık ne eylerse, güzel eyler; demokrasi azınlığın çoğunluğa değil de, çoğunluğun azınlığa tahakkümüdür ya, bu nedenle dinlemekten başka çare kalmıyor elimizde.

Ne yapalım diyoruz, bu kültür kadına erkeğin eşiti, kendi bedeninin sahibi olarak katlanamıyorsa, demek ki biz bu kültürden değiliz.

E biz bu kültürden değilsek, bu bizim sorunumuz.

Kemalistler "ya sev ya terket" derdi, şimdi o, "ya özünü kabul et, ya terket" oldu.

Nasıl terkedeceksin, el mahkum izliyorsun.

Ortadoğu coğrafyasında zulüm, kan, vahşet onlarca yıldır hız kesmeden, her seferinde inadına artarak ilerlerken, 8 yaşında bir kız 40 yaşında bir adam tarafından gerdek gecesi cinsel kanama sonucu öldürülürken, Mısır'da erkeklere ölen eşleriyle öldükten sonraki altı saat içinde cinsel ilişkiye girebilme hakkı tanınırken susan Tayyip Erdoğan'ın, her konuşmasında artık gelenekselleşmiş Batı'ya meydan okuma, Batı'yı aşağılama ritüellerini izliyorsun.

Benim şahsen merak ettiğim sayın Erdoğan, Batı'ya bu şekilde meydan okurken, sahip olduğu medeniyetin halini sahiden görmüyor mu? 

Zira, görebilse böyle bir cürete kalkışabileceğine inanmıyor ya da belki de inanmak istemiyorum.

Dahası, 8 yaşında bir çocuğun gerdek gecesi kanamadan öldürüldüğü bir medeniyetin ferdi olarak, Batı'nın sessizliğinde yatan Erdoğan ile "muhatap olmama" çabası, benim Erdoğan adına ve dolayısıyla "demokrasi" adı altında izlemeye mahkum edilmiş kendi adıma, derin bir hicap duymama neden oluyor.

"Gitgide Ortadoğu ülkelerindeki gibi oldu."

Tüm samimiyetimle söylüyorum, insanın aklına mantığına sığmayacak bir şekilde, yanıbaşımızda Avrupa Birliği varken, Ortadoğu'ya özeniyoruz, ona benzemek için savaş dahil her şeyi göze alıyoruz.

Ben bu duruma mantıklı bir açıklama bulamıyorum; öte yandan "öze dönüş" retoriğinin mantığın ötesinde insani referanslarının da gayet farkında olduğum için bu Ortadoğululaşmayı da anlayabiliyorum.

İşte tam da bu nedenle, durumun siyasal veya ideolojik değil, neyin doğru, neyin yanlış olduğunun ötesinde insani zaaflardan kaynaklanmasından ötürü, maalesef bu gidişin önüne geçilebileceğine dair bir umut da göremiyorum.

Zaten gökkuşağının yasaklandığı bir ülkede umut, "unicorn" gibi bir şeydir.

Başbakan karşısına çıkan vatandaşa "bas gaza" diyerek çocuk yapma talimatı veriyor, kadınlar parmağında yüzük olmadan varolamıyor, varolma cüreti gösterenler ulu orta öldürülüyor, zulüm günlük hayatın bir parçası haline gelmiş...

"Gitgide Ortadoğu ülkelerindeki gibi oldu."


Yazık ki birkaç neslin kaderine de, "demokrasi" adı altında, ellerinden kaymakta olan bir kültürü izlemek düştü.

İsmini şu an hatırlayamadığım ünlü bir yazar, bir kitabında şöyle diyordu: "Bana hiç yaşanmamış bir aşkın nostaljisini yaşattın."

Türkiye de, bana hiç yaşanmamış bir özgürlüğün nostaljisini yaşattı.

Başka bir tarihe kaldı gene, dindarı, moderni birlikte, barış içinde, insan gibi yaşayabildiğimiz bir Türkiye.

Çoğunluk olmak, kazanmak demek değildir.

80 yıl oldu bir türlü anlayamadık, ya hep birlikte kazanır ya da hep birlikte kaybederiz. 

Haber Kaynağım :
Radikal Blog yazarı mechul muhayyil makalesidir.
http://blog.radikal.com.tr/