Radikal Blog’a her gün yaklaşık 200 yazı geldiği ve bunlardan yalnızca 20 tanesinin kadınlar tarafından yazıldığı bilgisi dikkatimi çekti. Şaşırdım mı? Hayır.
Birçok meslek grubunda olduğu gibi konu yazarlık olduğunda da büyük çoğunluğunun erkek olduğunu görebiliyoruz.
Bloggerlar bir yana, Radikal dahil birçok gazeteye baktığımızda köşe yazarı sayısında bariz bir erkek üstünlüğü olduğu ortada.
Bunun altında çeşitli nedenler bulunabilir elbet; ama sonuca bakacak olursak kadın olarak bu dünyaya gelmenin daha zor olduğu kaçınılmaz bir gerçek, hatta kimi ülkelerde kadın olarak dünyada kalabilmek bile büyük bir başarı!
19. yüzyıl Avrupası’nda, kadın olmanın zorluğunu, yaşanmış bir olay üzerinden esprili bir şekilde ele alan Hysteria adlı filmin tam da bu konu üzerine iyi gideceğini düşünüyorum.
19. yüzyıl Avrupası’nda, kadın olmanın zorluğunu, yaşanmış bir olay üzerinden esprili bir şekilde ele alan Hysteria adlı filmin tam da bu konu üzerine iyi gideceğini düşünüyorum.
Vibratörün icadı üzerine bir romantik komedi olarak da tanımlanan bu filme, daha farklı bir açıdan bakarsak karşımıza çıkan bir gerçek var aslında: Kadın her çağda uyutulmaya ve başkalarının hayatını yaşamaya yönlendiriliyor.
Filme adını veren Hysteria, Türkçe karşılığıyla histeri, günümüzde “duygusal reaksiyonlarda taşkınlık, ani sinirlenme, hareket bozuklukları, geçici kişilik değişimi, günlük hafıza kaybı, ve çeşitli sistemlere ait belirgin psikonevroz bozukluk” olarak tanımlansa da tarih sahnesinde, Hipokrat tarafından ilk defa, kadınlarda bulgulanan; uterusun yarattığı bir buhran olarak “hysterikos” adıyla yer alıyor.
Yıllar boyunca kadınlara mahsus cinsel bir rahatsızlık olarak bilinen histeri, özellikle 19. yüzyılda bu vakaların artmasıyla tıp gündemini epey meşgul ediyor. Sonuç mu?
Yıllar boyunca kadınlara mahsus cinsel bir rahatsızlık olarak bilinen histeri, özellikle 19. yüzyılda bu vakaların artmasıyla tıp gündemini epey meşgul ediyor. Sonuç mu?
Kadınların bu rahatsızlığına yönelik tedavi yöntemleri bulunması bir başka deyişle “bazı icatlar” yapılmasıyla beraber, bu hastalık da tedavülden kalkıyor.
Yani yıllarca varlığına inanılan bir hastalığın, aslında yalnızca kadınların ifade edemediği ve bastırdığı duygulardan kaynaklanan, toplumsal (ve medikal) bir kılıf uydurma sendromu olduğu ortaya çıkıyor.
.
.
Filmde bize gösterilen 19. yüzyıl İngiltere’sinde hâl böyleyken, 21. Yüzyıl Türkiye’sine bakacak olursak pek de iç açıcı bir manzarayla karşılaşmayacağımız aşikâr.
"Evlilikte keramet vardır”, “kocamdır, döver de sever de” gibi sıkça duyulan söz öbekleri, kadınları mutsuzluklarıyla barıştırmak için ellerinden geleni yapadursun bir yandan da kadınlara en az üç çocuk doğurması tembihleniyor.
Geçtiğimiz aylarda oldukça tartışılan kürtaj meselesine hiç girmeyelim daha iyi!
Neyse önümüz bayram, biraz kafayı dağıtmaya, biraz da gülmeye, kadın-erkek tüm toplumca ihtiyacımız var.
Neyse önümüz bayram, biraz kafayı dağıtmaya, biraz da gülmeye, kadın-erkek tüm toplumca ihtiyacımız var.
Türkçeye “Beni Mutlu Et” olarak çevrilen Hysteria adlı filmin, bu amaca en güzel şekilde hizmet edeceğini düşünüyorum.
Pek de büyük vaatleri olmayan bu film, gerçek bir hikâyeden uyarlandığı için ayrı bir tat bırakıyor. Öte yandan almak isteyene vereceği önemli mesajlar da var.
Dramatik bir toplumsal gerçekliği, gülerek izleyebilmek Türkiye şartlarında en büyük lükslerden biri olsa gerek.
Kısacası tarih, aşk, dram, gerçeklik ve komediyi bir arada bulabileceğiniz bu filme gitmenizi önerir, iyi bayramlar dilerim.
Haber Kaynağım :
Bu Makale Gökçe Sanul / Kültürvari tarafından yazılmıştır.
http://blog.radikal.com.tr/