Maço mantığının ilk şekillerini eski Yunan ve Roma geleneklerinde de görmek mümkündür.
Hıristiyan ve Yahudi geleneğinde kadınlar meta olarak görülmüştür.
Ağlamak çok doğal bir duygusal yoğunlaşma alameti iken, maço
kültürlerde algı farklıdır. “Adamlığı” erkek olmakla bir tutar maço
kültür.
Sadece kadını duygusallıkla ve sadece erkeği akıl ve rasyonalite ile özdeşleştirir. Aslında gülen—hele biraz sesli gülünce—kadına da iyi gözle bakılmaz.
Sadece kadını duygusallıkla ve sadece erkeği akıl ve rasyonalite ile özdeşleştirir. Aslında gülen—hele biraz sesli gülünce—kadına da iyi gözle bakılmaz.
Ağlamak da, gülmek de çok insani duygular olur hissedilince.
Taktiksel olmayınca anlam kazanırlar. Diğer mahlûkatta bu özellikler
bildiğimiz kadarıyla yoktur. Olanlarda ise fizyolojik bir tepki şeklinde
olup duygusallıktan uzaktır.
Sesli gülen erkeğe de “karı” gibi gülmek tarzında bir aşağılama
yakıştırılır ki bu aslında erkeği güldüğü için değil, kadınsı sayılan
bir özellikle ortak bir hüküm alanı olan erkekliğe bulaştırıldığı
içindir. Onun için "erkekler ağlamaz."
Ağlamak hem Amerikan “frontier”
hem tek kanadı kopan Türk maço kültlerinde bir kadınsılık, dolayısıyla
bir zayıflık ifadesi sayılır. Bu anlayışın bazı nüveleri Dede Korkut Hikâyeleri’nde
erkek çocuğu olanın ak otağa, kızı olanın kara otağa oturmasında
belirgindir. Töre’de olan bu algı, aslında İslam’ın öz geleneğinde
yoktur.
Bu tür maço mantığının ilk şekillerini eski Yunan ve Roma
geleneklerinde de görmek mümkündür. Hıristiyan ve Yahudi geleneğinde
kadınlar meta olarak görülmüştür.
Cennetten kovulmanın ve fanileşmenin
nedeni olarak görülen kadınlar yılanlık, sinsilik ve zehirle özdeşleşen
bir resim çerçevesine oturtulmuştur (bkz. Genesis ve Sirach).
Yahudi geleneğinden kaynaklanan bu bakış Hıristiyanlık
döneminde--İsa'nın kimi düşmüş kadınlara gösterdiği merhamet
tecellilerine rağmen—Aziz Paul adındaki kadın düşmanı sayesinde yeni
boyutlara taşınmış ve özellikle Ortaçağ boyunca artan bir kadından
nefret ve kadın düşmanlığına kadar gitmiştir.
Bu yönelimi değiştiren Endülüs Medeniyeti oldu. Erken Rönesans
dönemindeki etkisiyle Endülüs, kadının erkek nazarındaki yerini altüst
etti. Değişerek günümüze kadar gelen ve kıta farkı gözetmeksizin Batı
ülkelerinin ekseriyetinde görülen bir kadın tasavvuru gelişti.
Yahudi,
Grek, Roma dönemlerinde kuluçka makinesi olarak görülen kadın,
Hıristiyanlıkta Meryem imajıyla yaklaşık onuncu asırdan itibaren
değişti.
Daha önceleri İsa resimleri kaplamıştı ikona ve resimleri.
Sonraları unutulan bir Meryem figürü, ona öykünerek ortaya çıkmaya,
edebiyata, resme yansımaya başladı.
Kadim Avrupa geleneğinde ensest ve eşcinsellik çok yaygındı. Özellikle Grek ve Roma dönemlerinde görülen bir husus vardı.
Erkeklerin
nesil devamı için evlenir, haz için hayat kadınlarına ve kapatmalarına
ve safiyeti için sübyanlara, gücü için de erkeklere yönelirdi. Kadın
çocuğuna “akraba” bile sayılmazdı.
Mesela, Kadim Yunan’da bir yargılama
vardır. Sonucunda Apollo, annenin akraba sayılmayacağı için annesini
öldüren Orestes’in masumiyetini ilan eder (bkz. Aeschylus’ın Oresteia
adlı eseri).
Dahası, evlenmekle yaşanan şey, kadınlar için baba ve
ağabey sultasından, koca sultasına girmekten ibaretti. Hukuki ve siyasi
manada kadının iraptan mahalli yoktu.
Batılı kültürlerin kadına yüklediği kimi anlam ve kimlik yaftaları
kadınlara bir tabiat gibi giydirilmiş, erkekler tarafından ve çoğu erkek
ve kısmen kadın taifesince de kabul görmüştür.
Kadının konumunu
aşağılamak için güya psikoloji biliminin verilerinden, kadın
anatomisine, kadın biyolojisinden “dini” hükümlere kadar her yol
kullanılmıştır.
Öyle ki, kadının adet görmesi bile bu cümleden olarak,
kadınları suçlu hissettiren bir zül olarak ifade edilmiştir. “Erkeğin
eksik olanına” kadın denirdi. Bu eksiklik de kadının erkeğe itaat etmesi
gerekçesi oluyordu.
Cahilliye döneminde Arap yarımadasında yaşanan da çok farklı
değildi. Cahiliye adetleri ise sadece İslam öncesi dönemle sınırlı
değildir.
Cahiliye adetlerinin hâkim olduğu gelenekler cahiliye
dönemini, yani İslam öncesi adetleri yaşatan geleneklerdir.
Cahiliye
bitmedi, dönem dönem haşmeti azaldı. Bazen mitoz bölünmeyle çoğaldı.
Şekil değiştirdi, kabuk değiştirdi. Firavun ölüp, firavunca tavırlar
nasıl yaşıyorsa, onlar da yaşadı.
Asr-ı Saadet tarihte bir dönemle özdeşleşip sonra nisyan anaforunda
helezoni çizgilerle kaybolacak değerler değildir.
Cahiliye asrını
Saadet’e çeviren değerleri yaşayanlar, belki mesut olmazlar; ama bir
Ömer’in, bir Ebu Bekir’in dönemine girer. Bir zihinsel zaman tâkından
geçip, revaklarla mücehhez olurlar.
Cahiliyenin kız çocuğunu zül sayması İslam döneminde şiddetle
yerilmiştir. Bu tavır zımnen Allah’ın takdir ve insanları kuşatan gayb
alanını inkâr, en azından ona itiraz anlamına geliyordu.
En somut cevap
ise Hz. Resul’ün neslinin devamının kızından devam etmesiyle oldu. Hz.
Peygamberin erkek çocuğu da oldu ve öldü.
Ve hatta onun ölümüyle ay
tutulması gibi hadiseleri eşleştirip anlamlandıranlar oldu. Onun cevabı
da evladının tevekkül idrakiyle aşan Resul’den geldi. Ne ay ne de
güneş insanların ölmesine binaen tutulmazlardı.
Resul-u Ekrem’in hem eşlerine hem, kızına ve genelde insanlara bakışı
ortadayken, zaman içinde gelenekte yeni temalar oluştu.
Bu gelenek
Hıristiyanlıktaki gibi “Madonna” ve “Kötü kadın” arasında gidip gelen
bir zaman ve idrak sarkacına endekslendi. Kopmanın tarihini tayin etmek
zor, ama varlığı kesin.
Kadına ve erkeğe ayrılan alanlarda kesin hatlı
ayrışmalar yekûnunu çıkardı. Gitgide belki de “Cennet anaların ayağı
altındadır” buyruğunca sadece annemizi veya anne olan “bayanları” bir
kutsallık halesi içine oturttu.
Kızlarımız “emanet” olduğu için bundan biraz nasiplendi, lakin dul
olan, bekâr olan “öteki” kadınlara karşı, hele hele kafamızdaki
kalıplara uymuyor, sakız çiğniyor, sigara içiyorsa bakışlar, hem bir
beklenti ışığıyla parlayıp hem de o beklenti eğer umuda ve ötesine
dönüşmüyorsa menfur bir cinsiyet karkasına dönüşür oldu.
Aslında, bu mantık içinde anne-eşlerin genel durumu da farklı
değildir. Ondaki en büyük ideal anne-eşin anne-figürüne yaklaştığı
noktadır.
O figürden taşan tasarım kalıbını her hal ü karda kesmek icap
etti. Erkek annesinin yanında ağlar, ama karısı yanında ağlayamaz.
Annesini insan, karısını “kadın“ olarak görmesi gerektir. Ona karşı da
“erkek”çe olması lazımdır.
Her hangi bir konuşmada “kadın” lafı geçtiğinde dikkat edin, o an ne
annemiz ne de belki kızımız yoktur akılda. Bir meçhul, yarı meçhul,
anlamadığımız, anlamaya çalışmadığımız, sevemediğimiz veya ancak
kendimize, kafamızdaki süfliyetlere veya faziletlere karşılık geldiği
oranda sevdiğimiz bir “kadın” şablonundan kesilen siluet belirir
aniden.
Hatta “çocukları” memlekete gönderen adam, çocuklar arasında
karısını da zikretmektedir. Araba satışlarında kadın ve gençler aynı
segmentte ve küçük araba tercihleriyle önce çıkarlar.
“Erkek”
müteahhitler sağ olsun, evlerde en son ve az düşünülen mekânlar da
kadınların en çok kullandığı mutfaktır. Nasılsa kadın bir şekilde
sığacak ve sığışacaktır.
Cennet anne olsa da olmasa da eş-kadının ayaklarına serilmez nedense.
Hem senelerce beraber ömür sürüp hem de bir çırpıda “kadın milleti
işte” diye kadınları hiçselleştirmek içselleştirdiğimiz bir durumdur.
Bu kafa ulaştığı, vakıf olduğu kadın sırrına değersiz, ulaşamadığına ise “kötü” gözle bakar.
Cinsler arasında birbirini hak etmeden yüceltme ve yine hak etmeden
kötüleme mantığı ciddi bir problemdir. Bundan malul eşhasın evlilik
sonrası hayatında da anneyi ya da ulaşamadığı bir kadim sevgiliyi
yüceltir.
Gönlün akışı, her zaman gözün akışına göre şekillenir; büyük bir
toplumsal diyalog eksikliği çıkar cinsler arasında. Muhabbetten değil,
zaruretten evliliklerin kol gezdiği zamanlardayız.
Eşlerini tesettür ile
memur gören erkeklerin bir kısmında şiddetli bir göz sarkması oluşu bu
problemin sonucudur.
Anlaşılan kadınlara yönelik bir emir var iken;
erkeklerin göz ve gönülleri bu emirden muaf, en azından muaftır.
Kişiler bazında başlayan şahsiyet dualitesi de böyle başlar ve kültürel
bir dualiteye dönüşür.
Hâlbuki Nur Suresi 31. Ayetten önce uyarı 30.
Ayette erkekleri hizaya çekmeye matuftur.
Ve kadın hakkında aslında kültürel olan kimi davranış ve konuşma
tarzları sanki evrensel ve değişmez normlarmış gibi anlatılır ve
yaşanılır. Bu mantık anneye gösterdiği sevgiyi, sevgiliye yönelttiği
aşkı karısı olan kadına göstermemeyi bir marifet bilir.
Bekârken
yelkenler fora, nişanlı iken “iskele alabanda” evlenince alabora. Hatta
taktikler sıralanır, evlenince eşlere “yakayı” nasıl kaptırmamak
gerektiğine. İcap ederse, dengeleyici kimi unsurlarını bir tarafa
bırakarak kadınların ikincil bir secdegâhı bile olur erkek. Uzun zamandır erkeklerimiz zaten bozuktu.
Şimdi ise kadınlarımıza sunulan kimlikler sonucu, saç renkleri, vücut ölçüleri, kendilerini sergileme tarzları, ekonomik ve kültürel şartlar, özentiler, mevcut erkek kültlerine kendilerini beğendirme arzuları, kozmetik tavırlar, giyim tarzları, dondurma ve fıstık yeme, araba sürme şekilleri, erkekler gibi olma istekleri, erkeklerce “tüketilmek” iştiyakı sonucunda onlara da yansımaya başladı yozlaşma.
Bu kapitalist mantık önce çaktırmadan kadına sivilcesi, ter kokusu,
saçlarıyla ilgili hatırlatmalarda bulunup sonra falan ürünleri
kullanırlarsa “erkek arkadaşının” “son günlerde çok güzel” olduğunu
duymayı, dolayısıyla bu ürünlerle erkeklerin gözüne girebileceğini
anlatıyor.
Önce uyandırıp, sonra utandırıp, daha sonra da gülücüklerle
dişlerini ve dişiliklerini öne çıkarıyor. Tanımlayıp, tanıtıp,
sabitleyip sonra da seyrettiriyor.
Hamlet’in dediğini tekrarla
“Danimarka ülkesinde bozulan bir şeyler var” demek geliyor içimden.
Bence esas budur erkek, kadın demeden herkesin ağlaması gereken.
Ha, bu arada “Kadınlar Günü” kutlu olsun!
Haber Kaynağım :
Gazeteci ve Yazar "Metin Bosnak" - Haber 7 Makalesidir.
mbosnak@metinbosnak.com