Zaman bazen ne de çabuk geçiyor. İstanbul Devlet Operası yarım yüzyılı devirmiş bile. 19 Mart 1960’ta Tepebaşı Tiyatrosu’nda ‘Tosca’ ile perde açmasının üzerinden elli yıldan fazla geçmiş.
Genel müdürlük bu vesileyle bir anı kitabı çıkarmış. Özenli bir baskı, güzel bir cilt, oynanan eserlerden fotoğraflar ve anılar, anılar anılar… İnsafsız seyircilermişiz biz!
Kışın Tepebaşı, Kültür Sarayı, Maksim, Şan Sineması ve AKM; yazın Açıkhava derken yüzlerce temsili üç beş solistin ve çilekeş bir koronun sırtına yüklemiş, gençliklerinden yaşlılıklarına hatta ölümlerine kadar koca bir kurumun yükünü onlara taşıtmışız!
Kadrolusunu ve kadrosuzunu saysak bile ilk kuruluş yıllarında görev alanlar ne kadar azmış: Soprano ve mezzolardan başlarsak Leyla Gencer, Azra Gün, Suna Korat, Ferhan Onat, Diana Zambon, Sevda Aydan, Meral Alper, Meral Manizade, Nevin Pere, Melek Çeliktaş, Meral Menderes, Alis Manukyan, Güher Güney, Leyla Demiriş, Zehra Yıldız, Ruhsar Öcal, Jaklin Çarkçı.
Tenor desen hak getire: Agop Topuz, Amedeo Zambon, Erol Uras, Doğan Onat, Cemalettin Kurugüllü, Yalçın Davran… bitti galiba.
Öyle ya, ilk yılların divası Azra Gün’ün başrolü oynayacağı Şen Dul’un Danilo’suna uygun tenor bulunamadığından az bilinen versiyonu ile bariton, Mete Uğur oynamıştı.
Baslarda ve baritonlarda biraz daha şanslıymışız: Ayhan Baran, Orhan Günek, Özcan Sevgen, Mustafa İktu, Mesut İktu, Mete Uğur, Atilla Manizade, Suat Arıkan.
Ve de o cefakâr koro! Rahmetli yengem Lili Baltimur gibi, onun pek çok arkadaşı gibi, Muhittin Sadak’ın Şehir Korosundan Devlet Operasına, neredeyse tüm yaşamları boyunca, yaz demeden kış demeden her temsilde rol alan o anonim sesler…
Anı kitabında operanın açılışını yapan, fırsat bulduğunda İtalya’dan iki bavul dolusu kostümle uçarak gelip bir iki temsilde oynayan, adına bir opera yarışması düzenlemiş olduğumuz ve sesinin o emsalsiz tınısını birkaç yıl önce Boğaz’ın sularına kattığımız divaların divası Leyla Gencer’in bir tek fotoğrafı bile yok! “Koymak istememişler” diyemem; neden öyle bir şey yapsınlar ki… “Durum daha da beter” demek ki: anlaşılan bulamamışlar…
Her neyse… Operamızın kadroları artık hem kalabalıklaştı, hem gençleşti. Dünyadaki akımların paralelinde güzelleşti de! “Bu da ne demek” diyeceksiniz, ama gerçekten görünüm olarak korosundan solistine maşallah bütün kızlarımız manken gibi, delikanlılarımız ise bayağı yakışıklı.
Dünyadaki akımlar dedim de yeni kuşak opera yönetmenleri, tabii ki ‘iyi ses’ten ödün vermeksizin, ‘iyi oyunculuk’ ve ‘düzgün fizik’ de arıyorlar.
Örneğin ‘La Traviata’ izleyicisi, müziğin, seslerin ve oyunculuğun hatırına öykünün fazla melodramatik gidişini kabulleniyor ama, artık 20’li yaşlarında olması gereken bir Alfredo’yu orta yaşlı ve göbekli bir tenorun oynamasına ve de neredeyse annesi yaşında bir Violetta’ya çılgınca aşık olmasına ya da bu kanlı canlı 100 kiloluk Violetta’nın son perdede veremden ölmesine tahammül edemiyor.
Bu genç ve yetenekli solistlerin sayısı arttıkça da aynı operayı farklı kadrolardan izlemek mümkün oluyor. İki yıl önce büyük bir keyifle galasında izlemiş olduğum ‘Don Pasquale’ye böyle farklı bir kadrodan izlemek için geçenlerde bir daha gittim.
Müzik tarihçileri ‘opera buffa’nın en iyi üç yapıtı olarak Rossini’nin ‘Sevil Berberi’, Donizetti’nin ‘Aşk İksiri’ ve ‘Don Pasquale’ operalarını gösterirler.
Komik ve ciddi operaların birinden diğerine büyük bir kolaylıkla geçebilen ve 80’in üzerinde opera bestelemiş olan ‘Gaetano Donizetti’, en dokunulmadık, en parlak haliyle ‘bel canto’ya, güzel şarkı söyleme sanatına sıkı sıkıya, gözü kapalı bağlı kalmıştır.
Âşık olan, ve genç kadını elde etme uğruna her şeyi göze alan yaşlı soytarı ve onu yola getiren genç ve kurnaz kadının öyküsü, tiyatronun en eski temalarından biridir.
Recep Ayyılmaz’ın hem operacı hem de tiyatrocu bakışıyla Don Pasquale, cimri, saf, inatçı ama temelde iyi kalpli, arkadaşı Dr. Malatesta becerikli ve entrikacı, Norina ise atak, sabırsız ama içten ve samimi, ‘Commedia dell’Arte’ tiplemelerinden çok daha gerçekçi, kanlı canlı karakterler olarak çıkıyorlar karşımıza.
‘Don Pasquale’nin çılgın komik anları kadar önemli duygusal yoğunluğun öne çıktığı bölümleri de Ernesto’ya teslim edilmiş ve tenor, Norina’yı kaybetmenin ve evinden kovulmanın üzüntüsünü, ikinci perdenin başında alışılmadık bir trompet solosuyla başlayan bir arya ile ifade etmiştir.
Donizetti ayrıca tenora üçüncü perdede tanburin ve gitar eşlikli harika bir serenat vermiştir ki, Ayyılmaz’ın sahnelemesinde salonun arka kapısından girmiş olan Ernesto, serenadını seyircilerin arasından geçerek söyler.
(Bu arda da minimal değişikliklerle dekor finalin bahçesine dönüştürülür.)
Recep Ayyılmaz’ın ‘opera buffa’nın ‘buffa’ yani komik ve eğlenceli yanını hiç unutmayan etkileyici rejisinden daha önce de bahsetmiştim.
Bu son seyredişimde bir de uvertürleri birer bale müziği gibi yorumlayarak, dinlemesi ve izlemesi çok keyifli birer mini bale gösterisine dönüştürmesinden çok etkilendim.
Biraz da oyuncular üzerinde yoğunlaşayım. Her ne kadar her temsilin kadrosu belirli bir denge gözetilerek yapılıyorsa da, operamızın yeni ‘star’ları azar azar belli olmaya başlamışlar bile: Ali İhsan Onat, sesine hâkimiyeti ve oyunculuğu ile dünyanın her sahnesinde Don Pasquale oynayabilecek üst düzeyde bir sanatçı.
İki yıl önce Norina olarak izlemiş olduğum Hande Soner için de aynı yorumu yapabilirim. Bu yılın sürprizi, çekiciliği ve güzelliğini çok iyi bir oyunculuk ve bir o kadar iyi sesiyle destekleyen farklı bir Norina, Ayten Telek.
Operamızın yeni ‘jön prömye’si Caner Akın’ı iki yıl önce Ernesto’da çok beğenmiş ve Sevil Berberi’nde çok iyi bir Almaviva olduğunu duyduğumda hiç şaşırmamıştım. Bu temsilde izlediğim Arda Doğan’ın güçlü bir sesi var ama Caner’in hem tınısı çok güzel, hem de sahnede ‘présence’ı var.
Ne yazık ki, hele oynadığı her rolü kendine mal eden Kevork Tavityan’ın olağanüstü yorumunu düşündüğümde, Caner Akgün’ün Malatesta’sı için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Birinci perde aryasına detone girip son perdede ancak toparlanabildi.
Benim idealimdeki kadro şöyle olurdu; Norina: Hande Soner veya Ayten Telek; Ernesto: Caner Akın; Malatesta: Kevork Tavityan; Don Pasquale: Ali İhsan Onat.
Don Pasqualeile Malatesta’nın düetini bu ikiliden bir kez daha dinlemek isterdim… Hepinize iyi seyirler.
Genel müdürlük bu vesileyle bir anı kitabı çıkarmış. Özenli bir baskı, güzel bir cilt, oynanan eserlerden fotoğraflar ve anılar, anılar anılar… İnsafsız seyircilermişiz biz!
Kışın Tepebaşı, Kültür Sarayı, Maksim, Şan Sineması ve AKM; yazın Açıkhava derken yüzlerce temsili üç beş solistin ve çilekeş bir koronun sırtına yüklemiş, gençliklerinden yaşlılıklarına hatta ölümlerine kadar koca bir kurumun yükünü onlara taşıtmışız!
Kadrolusunu ve kadrosuzunu saysak bile ilk kuruluş yıllarında görev alanlar ne kadar azmış: Soprano ve mezzolardan başlarsak Leyla Gencer, Azra Gün, Suna Korat, Ferhan Onat, Diana Zambon, Sevda Aydan, Meral Alper, Meral Manizade, Nevin Pere, Melek Çeliktaş, Meral Menderes, Alis Manukyan, Güher Güney, Leyla Demiriş, Zehra Yıldız, Ruhsar Öcal, Jaklin Çarkçı.
Tenor desen hak getire: Agop Topuz, Amedeo Zambon, Erol Uras, Doğan Onat, Cemalettin Kurugüllü, Yalçın Davran… bitti galiba.
Öyle ya, ilk yılların divası Azra Gün’ün başrolü oynayacağı Şen Dul’un Danilo’suna uygun tenor bulunamadığından az bilinen versiyonu ile bariton, Mete Uğur oynamıştı.
Baslarda ve baritonlarda biraz daha şanslıymışız: Ayhan Baran, Orhan Günek, Özcan Sevgen, Mustafa İktu, Mesut İktu, Mete Uğur, Atilla Manizade, Suat Arıkan.
Ve de o cefakâr koro! Rahmetli yengem Lili Baltimur gibi, onun pek çok arkadaşı gibi, Muhittin Sadak’ın Şehir Korosundan Devlet Operasına, neredeyse tüm yaşamları boyunca, yaz demeden kış demeden her temsilde rol alan o anonim sesler…
Anı kitabında operanın açılışını yapan, fırsat bulduğunda İtalya’dan iki bavul dolusu kostümle uçarak gelip bir iki temsilde oynayan, adına bir opera yarışması düzenlemiş olduğumuz ve sesinin o emsalsiz tınısını birkaç yıl önce Boğaz’ın sularına kattığımız divaların divası Leyla Gencer’in bir tek fotoğrafı bile yok! “Koymak istememişler” diyemem; neden öyle bir şey yapsınlar ki… “Durum daha da beter” demek ki: anlaşılan bulamamışlar…
Her neyse… Operamızın kadroları artık hem kalabalıklaştı, hem gençleşti. Dünyadaki akımların paralelinde güzelleşti de! “Bu da ne demek” diyeceksiniz, ama gerçekten görünüm olarak korosundan solistine maşallah bütün kızlarımız manken gibi, delikanlılarımız ise bayağı yakışıklı.
Dünyadaki akımlar dedim de yeni kuşak opera yönetmenleri, tabii ki ‘iyi ses’ten ödün vermeksizin, ‘iyi oyunculuk’ ve ‘düzgün fizik’ de arıyorlar.
Örneğin ‘La Traviata’ izleyicisi, müziğin, seslerin ve oyunculuğun hatırına öykünün fazla melodramatik gidişini kabulleniyor ama, artık 20’li yaşlarında olması gereken bir Alfredo’yu orta yaşlı ve göbekli bir tenorun oynamasına ve de neredeyse annesi yaşında bir Violetta’ya çılgınca aşık olmasına ya da bu kanlı canlı 100 kiloluk Violetta’nın son perdede veremden ölmesine tahammül edemiyor.
Bu genç ve yetenekli solistlerin sayısı arttıkça da aynı operayı farklı kadrolardan izlemek mümkün oluyor. İki yıl önce büyük bir keyifle galasında izlemiş olduğum ‘Don Pasquale’ye böyle farklı bir kadrodan izlemek için geçenlerde bir daha gittim.
Müzik tarihçileri ‘opera buffa’nın en iyi üç yapıtı olarak Rossini’nin ‘Sevil Berberi’, Donizetti’nin ‘Aşk İksiri’ ve ‘Don Pasquale’ operalarını gösterirler.
Komik ve ciddi operaların birinden diğerine büyük bir kolaylıkla geçebilen ve 80’in üzerinde opera bestelemiş olan ‘Gaetano Donizetti’, en dokunulmadık, en parlak haliyle ‘bel canto’ya, güzel şarkı söyleme sanatına sıkı sıkıya, gözü kapalı bağlı kalmıştır.
Âşık olan, ve genç kadını elde etme uğruna her şeyi göze alan yaşlı soytarı ve onu yola getiren genç ve kurnaz kadının öyküsü, tiyatronun en eski temalarından biridir.
Recep Ayyılmaz’ın hem operacı hem de tiyatrocu bakışıyla Don Pasquale, cimri, saf, inatçı ama temelde iyi kalpli, arkadaşı Dr. Malatesta becerikli ve entrikacı, Norina ise atak, sabırsız ama içten ve samimi, ‘Commedia dell’Arte’ tiplemelerinden çok daha gerçekçi, kanlı canlı karakterler olarak çıkıyorlar karşımıza.
‘Don Pasquale’nin çılgın komik anları kadar önemli duygusal yoğunluğun öne çıktığı bölümleri de Ernesto’ya teslim edilmiş ve tenor, Norina’yı kaybetmenin ve evinden kovulmanın üzüntüsünü, ikinci perdenin başında alışılmadık bir trompet solosuyla başlayan bir arya ile ifade etmiştir.
Donizetti ayrıca tenora üçüncü perdede tanburin ve gitar eşlikli harika bir serenat vermiştir ki, Ayyılmaz’ın sahnelemesinde salonun arka kapısından girmiş olan Ernesto, serenadını seyircilerin arasından geçerek söyler.
(Bu arda da minimal değişikliklerle dekor finalin bahçesine dönüştürülür.)
Recep Ayyılmaz’ın ‘opera buffa’nın ‘buffa’ yani komik ve eğlenceli yanını hiç unutmayan etkileyici rejisinden daha önce de bahsetmiştim.
Bu son seyredişimde bir de uvertürleri birer bale müziği gibi yorumlayarak, dinlemesi ve izlemesi çok keyifli birer mini bale gösterisine dönüştürmesinden çok etkilendim.
Biraz da oyuncular üzerinde yoğunlaşayım. Her ne kadar her temsilin kadrosu belirli bir denge gözetilerek yapılıyorsa da, operamızın yeni ‘star’ları azar azar belli olmaya başlamışlar bile: Ali İhsan Onat, sesine hâkimiyeti ve oyunculuğu ile dünyanın her sahnesinde Don Pasquale oynayabilecek üst düzeyde bir sanatçı.
İki yıl önce Norina olarak izlemiş olduğum Hande Soner için de aynı yorumu yapabilirim. Bu yılın sürprizi, çekiciliği ve güzelliğini çok iyi bir oyunculuk ve bir o kadar iyi sesiyle destekleyen farklı bir Norina, Ayten Telek.
Operamızın yeni ‘jön prömye’si Caner Akın’ı iki yıl önce Ernesto’da çok beğenmiş ve Sevil Berberi’nde çok iyi bir Almaviva olduğunu duyduğumda hiç şaşırmamıştım. Bu temsilde izlediğim Arda Doğan’ın güçlü bir sesi var ama Caner’in hem tınısı çok güzel, hem de sahnede ‘présence’ı var.
Ne yazık ki, hele oynadığı her rolü kendine mal eden Kevork Tavityan’ın olağanüstü yorumunu düşündüğümde, Caner Akgün’ün Malatesta’sı için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Birinci perde aryasına detone girip son perdede ancak toparlanabildi.
Benim idealimdeki kadro şöyle olurdu; Norina: Hande Soner veya Ayten Telek; Ernesto: Caner Akın; Malatesta: Kevork Tavityan; Don Pasquale: Ali İhsan Onat.
Don Pasqualeile Malatesta’nın düetini bu ikiliden bir kez daha dinlemek isterdim… Hepinize iyi seyirler.
Haber Kaynağım :
Şalom Gazetesi köşe yazarı Hande Soner makalesidir.
http://www.salom.com.tr/