Osmanli'da harem ve devşirme

Orhan Gazi’nin hanımı Nilufer Hatun bir Rum tekfurunun kızıdır ve I. Murad’ın annesidir. Ya da Kanuni’nin eşi Hürrem Sultan Ukraynalı bir koy papazının kızıdır ve II. Selim’in annesidir. İyi de, tek başına bir padişahın annesi olmak, bir devletin çehresini değiştirmeye kâfi gelir mi?

Böylece onlara -hasa- İlahi bir güç atfetmiş olmuyor muyuz? Ve karşısındakilere de alabildiğine bir acziyet ve zavallılık? Hatta bu yabancı kadınların adeta saray içinde bir parti oluşturdukları ve “yabancı” olmaktan ileri gelen bir dayanışma şuuru geliştirdikleri, bunu da asırlar boyu sürdürdükleri varsayılıyor. Yani bir “zararlı” ideoloji resmediliyor Osmanlı sarayında.

İyi ama bu asırlar süren mücadelenin aktörleri, hep aynı “takım”da oynayan ve ortak bir bilince sahip kimseler olarak, yani Osmanlı’yı felakete götürmek için ellerinden geleni ardlarına koymayan casuslar veya hainler diye nasıl görülebilir ki?

Hadi diyelim (farz-ı muhal) Kanuni Sultan Süleyman “aldatılmıştı”, peki Orhan Gazi veya Celebi Mehmed’in ne zoru vardı yabancı kadınlarla evlenirken? Ya II. Murad’ın? Ya Fatih’in? Hepsi mi bizim kadar kendi devletlerini düşünmüyorlardı? Onlar da evlenmemişler miydi yabancılarla?

Peki onların zamanında Osmanlı yukselişe geçmemiş miydi? Bu yukselişte, bazı Bizans hayranlarının haklı olarak iddia ettikleri gibi, o yabancı kadınların payı olamaz mı?

Neden yükseliş asırlarında bu kadınların payı olup olmadıgı tartışılmıyor da, yalnız “duraklama” ve “gerileme” diye adlandırılan çağlarda olumsuz payları gündeme getiriliyor dersiniz? Nilüfer Hatun’a itiraz edene rastlamadım şimdiye kadar.

Neden? Öte yandan Hürrem Sultan’a -maalesef- hakaret etmeyene de rastlamadım. Neden bu ayrımcılık?

Kaldı ki, Osmanlı tarihinin başından sonuna kadar devşirme egemenligi altında cereyan ettiği masalını artık bir kenara bırakmanın zamanı geldi de geciyor bile.

Devşirme uygulamasının 17. yüzyılın ortalarında tasfiye edilmeye başlandığını, kendisi de bir devşirme olan ve zümresinin çıkarlarını savunma giren Koci Bey’in feryatlarından anlayabilirsiniz rahatlıkla.

1650’lerden itibaren devşirme paşa bulmak icin epey zorlanmanız gerekir. Bilinen son devşirme Sadrazam Tarhuncu Ahmed Paşa’dır. Bundan sonra Müslüman ve Türk kökenli sadrazamların sayısı giderek artacak ve devlet idaresi “Türkleşecektir”.

Yani bizim duraklama ve gerileme diye adlandırılan devrimizde ağırlıklı olarak Müslüman ve Türk kökenli yöneticiler vardı başımızda!

Şimdi ben bir “uzaylı” olsam, bu manzara karşısında ne düşünürdüm? 1650’lere kadar bu devleti ayakta tutanlar ve yükseltenler demek ki; devşirmelermiş! Onlar tasfiye edilip de Osmanlı Devleti Müslümanlar ve Türkler tarafından yönetilmeye başlanınca, işler bir felakete doğru gitmiş, hatta en Türkçü yönetim olan İttihatcılar devrinde, sadece 10 yılda koca imparatorluk tasfiye edilmiş.

Öyleyse, yine bir “uzaylı” olarak şunu söylemekte hakli olmam mı : Devşirme sistemi pekala iyiymiş! Bu Türkler olmasıymış, devlet daha iyi yönetilirmiş!

Gördügünüz gibi bu mantik, aslında öbür mantıktan, yani Osmanlı’yı Türk’e özgü kılmaya çalışan yaklaşımdan daha az tutarlı değildir. Demek ki, biri ifrat, öbürü tefrittir. Peki ikisinin bir ortası yok mudur?

Bu meseleler böyle karakucak usulü ele alınamayacak kadar karmaşıktır ve uzun asırlardan ve üzerinde yaklaşık 30 devletin ve yüzlerce etnik unsurun barındığı bir cografyadan söz ettiğimizi hiç unutmamalıyız.

Osmanlı’nın Avrupa’ya nasıl egemen olduğuna şaşanlar, bu imparatorluğun gittigi yerlerde cadır kurup oturduktan sonra oyun bitti denilince tıpış tıpış evlerine geri döndüklerini düşünüyorlarsa çok yanılırlar.

Giden “biz” ile, dönen “biz” arasına asırlar girmisti, bir. Giden “biz” ile dönen “biz” arasına yaklaşık 14 milyon kilometrekareçik bir yüzölcümü girmiştir, iki! Bu rakam, bugünkü Türkiye’nin 28 katıdır, üç.!

Haber Kaynağım :
Mustafa Armagan-Zaman)Makalesidir.