“Sana dil verdim ise,
Yık da harab et mi dedim
Nar-ı hicrinle cigerim
Yak da kebab et mi dedim”
Dîyarbekir’den bir ezgi
1960’lı yılların hippi gençliğinin unutulmaz sloganıydı “savaşma seviş”.
68 kuşağının direngen ve muhalif sol gençliğinin önce Avrupa’yı, sonra da dünyayı sallayan kararlılığına rağmen, epeyce genci sarmış sarmalamış ve peşine takmış bir slogandı “savaşma seviş”.
Hatta slogandan öte yanına bilumum “kafayı hoş edici” müptelalıkları da katarak yaşam biçimi haline dönüşmüştü “savaşma seviş”’le özdeşleşen hippi felsefesi.
Kırk küsur sene geçti aradan ve şimdi radikal gazetesi “savaşma konuş” başlığı altında bir “kampanya” başlattı.
Kampanyanın duyurusunu okuyunca kısa süreliğine düşündüm. Doğrusu iki sahici kelimecik; savaşma ve konuş masum gibi gözükerek beni ziyadesiyle sardı. Ve kendi kendime dedim ki; Ya hu Allah aşkına! Savaşmayalım konuşalım da! Konuşacak takat mi kaldı toplumda. Çocukluktan başlayarak “Söz gümüşse, sükût altındır” sözünü slogan yapmadık mı?
Konuşanı, hele hele alenen konuşanı, üstüne üstlük politik kelamlar edeni en hafifinden aile ve arkadaş çevremizden başlayarak uyarmadık mı? “Aman sus, konuşma. Durduk yerde başına dert açarsın!” demedik mi? Daha ilkokuldan başlayarak çocuklarımıza; “olur olmaz yer ve durumlarda konuşma, tartışma, kabullen” demedik mi?
Yetmedi, kesmediyse, devlet ricali marifetiyle; konuşanları, yazanları savcı, hâkim karşısına çıkarmadık mı? Hâla konuştu ve yazdı diye, gazete dergi çıkardı diye, yayıncılık yaptı, kitap yazdı diye ülkenin mahpus damlarını dolduran yüzlerce “düşünce suçlusu” yok mu bu tuhaf ülkede.
Konuşmanın önünde hâla anlı şanlı ceza yasaları yok mu?
Şimdi sormazlar mı insan tekine; Hrant’ın günahı neydi? Konuşmaktan ve yazmaktan maada…
Konuşanlara ve yazanlara karşı, bebekten (seri) katiller üretip, sonra da ürettiğimiz katilleri çocuklaştırarak yanlarında poz poz fotoğraflar çektirip münasip yerlerimize kandan kına yakmadık mı?
Öğrenci gençliğin kanlarıyla süsledikleri bayrak resmini “baş tacı” etmedi mi anlı şanlı generaller?
İşte gelinen nokta…
“Savaşma konuş” kelamını gerçekten anlamlı buluyorum. Hele hele konuşmaktan ve yazmaktan başka silahı olmayan cenahtan biri olarak…
Ama savaşanlara, hele hele eline silah alıp dağa çıkıp savaşanlara karşı; konuşma, hakkını arama, sonra da hakkını teslim etme fırsatını vermeyen muktedirlere karşı önce bir miktar ses yükseltmek gerektiği kanısındayım.
Savaşanlar durduk yerde “savaşçı” olmadılar.
Önce konuşma, talep etme hakları ellerinden alınanlardan okkalı bir resmi özür dilemek gerek kanaatindeyim.
Sonra da hak teslimiyeti…
Ve tabii ki en sonra da konuşabilecekleri, konuştuklarından, yüksek sesle talep etiklerinden dolayı zulme, baskıya, sorgulanmaya, yargılanmaya uğramayacakları bir meşruiyete ortam hazırlayacak bir hal durumuna ihtiyaç var.
Yani ez cümle savaşmayıp konuşabilecek bir ortama ihtiyaç var.
Konuşma Hakkı’nın bir evrensel hak olduğu gerçeğine ihtiyaç var.
Ve bir de savaşarak hak elde etmektense konuşarak hak elde etmenin mümkünatına, olabilirliğine sokağı inandırmak gerek.
Eğer bu mümkün değilse, “savaşma konuş” kabilinden özenli sözler fantezi olmaktan öteye gitmiyor / gidemiyor.
Keşke savaşmayıp konuşabilse insanlar…
Keşke konuşurken susup, karşısındakini dinlemeyi bilse insanlar…
Keşke haklarını konuşarak ve yazarak elde edebilecekleri düzeninin uygulamada olduğu bir ülke gerçekliği inancı bu tuhaf ülkede bir gün tezahür etse…
Haber Kaynağım :
ŞEYHMUS DİKEN KÖŞE YAZILARI