O da nesi? Hem hüzünlü hem de hırsız bir cam kenarı yolcusuymuşum. Otobüs hareket eder etmez görevli sanki gözümden anladı yanlış yerde oturduğumu. Biletimi alırken dikkat etmemişim, koridoru vermişler, etseymişim. Bana ne? Ben hep cam kenarı yolcunuzdum; siz niye dikkat etmediniz?
"Bu da mı ne? Böyle de söze mi girilir?" Diyorsunuz… Önceki yazımı okudunuz diye buradan başladım. Okumadıysanız haklısınız, damdan düşer gibi oldu. Tamam, bekliyorum...
Okuduysanız devam ediyorum.
Cam kenarı takıntılıyım da inşallah takıntısız biri gelir, böyle giderim. Birazdan belli olacak, sağa yanaşıyoruz. “Kimden aşağı kalalım? Bizimki de yemyeşil!” ilçemizin çıkışından yaşlıca bir hanım tırmanıyor otobüse ve yanıma yöneliyor.
Ah! Şanslıyım ya da kalbim temizmiş. Öyle yer kollama telaşında değil, koltuk olsun da doldursun. Çantalarını bagaja vermemiş; onun kaygısı tasım tarağım yanımda dursun. Haydi vicdan! Kıyamıyorum hakkını gasp etmeye.
“Sizin numara burası, izin verirseniz çıkayım da geçin” dememle ters yüz ediyor beni: A yok yok otur sen kızım, başım döner benim orada. Sen nereye? Şuraya…
Hah tamam iyi olmuş, ben daha beride ineceğim. Minnetle kalabalık çantalarını yerleştirmesine yardım ediyorum. Bir tanesini de ayakucuma alıyorum, olsun o kadar.
Sayesinde bir daha kim bilir ne zaman göreceğim memleketim güzergâhında manzara seyredeceğim.
Manzara dediysem; yerine ekin ekilmek üzere sürülmüş ayçiçeği tarlalarına konmuş, solucan yiyen kuşlar ve sıra sıra okunacak kenarı köşesi kıvrılıp bükülmüş tabelalar yerini aralıksız yapılara bırakacak. Ege Denizi kıyı şeridinde gitmiyorum.
Hanımefendi yerleşsin de birazdan sırtımı dönüp seyrime başlayacağım. Ne gezer, teyze hanım çenebaz. Ardı ardına bir şeyler soruyor, kısacık cevaplıyorum, uğraşamam. Yandaki iki kadın çoktan koyultmuş muhabbeti.
Bizimki de imrenerek bakıyor onlara, ha desen katılıverecek. Bahtsız, benim gibi dertlisi düştü yanına. Arkamı dönüp indirdim gözlüğümü, kapı duvarım.
“Benim adım Ayşe!” diyor yan koltuktakilerin birisi. Diğeri “A öyle mi?” diyor, benim halam da Ayşe’ydi, kızımın adını da Ayşe verdim, çok severim.
Amman! İyi olmuş. Benim ki de Fatma diye mi atılayım ortaya şimdi, kime ne? Bu kadın milletine lafın ucunu ver yeter ki. Ayşe’den başlar, Ayşe’nin çeyiz sandığındaki iğne oyalarından çıkarsınız. Sahi, Ayşe ne güzel isim…
Ay ışığı denize vurmuş sanki. Sanki ışıl ışıl, gümüş rengi. Niye bir kızıma Ayşe dememişim ki? Kız olacaksa Ayşe olmalı; ne güzelmiş, bilememişim. Annem göbek adımın Ayşe olduğunu söylerdi de bilmem ki yeter mi Ayşeliğe.
Neyse çok belli oldu, kıskandık isimlerini; selam olsun tüm Ayşelere… Kadın milletinin düşünmesinin de konuşmaktan geri kalır yanı yokmuş görüyorsunuz. Ayşe dedim, suya düşürdüm, rengini bile kestirdim. İyisi mi boyunu çektirmeden bırakayım.
Teyze hanım bir daha hamle ediyor sohbete, hala oralı olmuyorum. Ben zaten sizinle konuşuyorum. Bu teyzelik dediğin göreceli bir yakıştırma. Artık bana da diyenler var, bozulmuyorum. O yüzden rahatça söylüyorum.
Ah Teyzem! Şimdi moral olacaktı bende, seni ele güne muhtaç eder miydim? Sormadığını da anlatmazdıysam ne olayım. Ben konuşurken sen söze girmeye fırsat bulur muydun? İşyerinde ne çok çalıştığımdan girer, mutfaktaki becerikliliğimden (!) dem vurmaz mıydım?
Pasaklı kızlarımdan başlar, kayınvalidemle çığırından çıkartmaz mıydım sohbeti? Meselâ yardımcılarından çektiklerimizi, en son gelenin uyumaktan başka bir şey yapmadığını, kızlarıma diye sakladığım annem eli değmiş çeyizlerimi karıştırdığını, bazılarını da aşırdığını…
İnsan insanla konuşarak anlaşır diyerek ağzımı açtığımda “Gördün deli bas geri!” diye susup, bari paramla dayak yemekten kurtulduğumu, insanlarla uğraşmanın ne zor olduğunu yana yakıla anlatmaz mıydım?
Neyse ki şimdi görümcemin bu işi üstlendiğini; fakat ah benim huyunu sekseninde seksene katlamış kayınvalideciğimin bir ayda onu bile bezdireceğine varana kadar çözülmez miydim bir dokunsan. Ama şimdi ne anlatayım ağzım kederden kilitlenmiş, yüreğim üşürken; hangi konu açsın beni?
Bir sollama anında başlarımız çevrilip de göz göze geldiğimizde soran bakışlarına dayanamayıp atlayıverdi ağzımdan: ”Cenazeden geliyorum, dedem öldü benim.” Ah! Seni düşük çeneli… Kime ne? Güya böyle zayıf olmayacaktım bir daha. Yabancılarla oluru olmazı konuşmayacaktım.
Yok, ben akıllanmam. Hani ne çok acımıştım kendime… Yolda kuyruğunu sallayarak yaklaşan köpeğe bile söylemek istediğimde: Benim annem öldü biliyor musun? Tanımadığım bir kuçu ile muhabbet, bir de korkarım. Yıllarca da karar verememiştim normal olup olmadığıma.
Bunu da burada söyledim, duyulursa sizden bilirim. İkinci çocuğumu dünyaya getirmeye bundan sonra karar vermiştim. “Annem öldü.” demek tek çocuğuma ağırken “Annemiz öldü.” demekle paylaşılmış olacaktı yokluğum kardeşiyle arasında. Yoldaki taşa kuşa söylemek istemeyeceklerdi.
“Yaaa…” diyor hanım teyze "çok sevilir dedeler biliyorum. Ben yeni evlenmiştim, dedeme felç geldi. Nur içinde yatsın, beyim çok hürmetli, anlayışlı insandı. Annemler bağda bahçede çalışırken ilgilenemez diye dedeciğimi yanıma alıp bizzat baktım. Kollarımda verdi canını.
Allah hizmetine müsaade etti; sonradan oldu çocuklarım.” Tamamdı; sohbetin anahtarı kilide uymuş, kapı açılmıştı. Artık gelsin ölümlü kalımlı dünya lakırdısı. İki kadın neler konuşmaz ki… Sonrasında yan koltuktakileri duymadık bile. Teyze benden ehil çıktı saçını ıslak-kuru süpürge etmişlikte.
Ticaret yaparken iflas eden oğlunu, kendi dul maaşı ve de geliniyle okul kantinlerine yaptıkları böreklerle nasıl yeniden ayağa kaldırdığını, hatta gelininin bir dükkân açarak işi devam ettirdiğini şükrede şükrede anlatırken, basıp istifamı börek işine mi girsem diye bile düşündüm.
Şimdi hem yurtdışında okuyan torununu uğurlamak, hem de biraz nefes aldırmak için felçli kayınvalidesine bakan kızına gittiğini de öğrendim. Evlatmış işte, kıyılmıyormuş. Anasının kaderi de kızına çeyizmiş. Çantalardan birinde tarhana götürdüğünden bile bahsetti.
Çok güzel yaparmış; istersem bana da tadımlık bölsün müymüş hemen. Yok, daha neler… O kadar da yüzsüz değilim. O da benim kaç kardeş olduğuma varana kadar öğrendi. Dur ben daha ne görmüşüm hayatta, en iyi zamanımdaymışım. Dertle gelirmiş insana her şey, şimdinin tadını çıkarmalıymışım.
Daha bu hayatın eğilip doğrulması zor romatizmalı yaşları varmış. O zaman bile köşene çekilecek fırsat olmuyormuş. Bak tansiyon hapı cepte geziyormuş hey gidi hey… Ölenle de ölünmüyormuş.
Ana fikir, ben kendimi dertli dolap sanırken, onun bir dokun bin ah işit olduğuydu vesselam. Ondan bana neydi, benden ona ne? Fakat üç saatte neler anlattık birbirimize. Ne kadar farklı, ne kadar aynı, çünkü ne kadar insandık. Her insan bir dünya…
Dünya içre dünyalardık. İnsanız ya iki ayak üzerinde koştukça düşmek kalkmak hepimize, anlamam gerek. Derdin bazen de beterini görüp şükretmek için olduğunu anlamam gerek. Her zaman hak etmekten değil, başkalarına ibret ya da teselli olmak için de derde düşeceğimi anlamam gerek.
Ben anlayacağımı anlamışken, siz bir şey anlamadıysanız kabul, onu da anlarım... Çene çalmak tamam da yazmak deyince; zahir önümde yığılı bekliyor hala yenmemiş kırk fırın ekmek. Ben sizi satır satır esir almışken, teyze hanım ineli epey olmuş.
Gevezelik uğruna durağımı kaçırıp, daha bu kadar şişirmeyeyim başınızı, insaf. Bu buğulu cam kenarı bana kafî, artık hüznü taze başkasına gerek. Soruyor muavin: İnecek miydiniz? Eveeettt! … tamaaam, devam et!
Haydi, özgürsünüz; siz sağ ben selâmet.
Haber Kaynağım :