Lise öğrencisiydim. Seksenli yılların tam ortası yani... Almanya’daki Türk işçiler ve onların yaşamları ile ilgili çarpıcı gerçekler sadece Türkiye’de değil tüm dünyada tartışılmaya başlamıştı.
O yıllarda Millliyet yayınlarından çıkan bir kitap elden ele dolaşıyordu. Günter Wallraff isimli bir araştırmacı yazar Almanya’da yaşayan Türk işçilerinin dramını kamuoyunun geniş kesimlerine duyurmak için, yaşamının iki yılını en kötü koşullar altında, en tehlikeli işlerde kaçak olarak çalışan Türk işçileriyle birlikte geçirmiş, onların çalışma ve yaşam koşullarını tanımış ve bir kitap yazmıştı.
Kitap kapağının arkasında “İnsanların sırf yabancı oldukları için insan yerine konulmadıkları o ’En Alttakiler’le birlikte, Günter Wallraff, Türk işçisi Ali Levent olarak iki yıl inşaatlarda, McDonalds’ta, Thyssen’de kaçak işçiler arasında çalıştı. Büründüğü kılığı kimse farketmedi; tüm kapılar yüzüne çarpıldı.
Gelişmiş bir sanayi toplumunda yabancı işçilerin özellikle Türkler’in yaşadıkları cehennemi yakından gördü” yazıyor... Almanların kendi içlerinden birinin böyle bir gerçeği ortaya çıkarması sadece bizim ülkemizde değil Almanya’da da çok ses getirmişti. Devir değişti...
Doğu Bloku yıkıldı. Demir Perde ülkelerinin çoğu bugün Erovizyon şarkı yarışmasında derece alma telaşındalar artık. Batı’yla aralarındaki farkı kapamaya çalışırlarken kendi içlerindeki sosyal sınıflar arasında uçurum açılıyor...
Türkiye artık o ülkelerin kaçak işçilerini taşıyan bir ülke oldu. Bir zamanlar iş gücünü trenlere doldurup Almanya’ya gönderen ülkemiz şimdi tahmini 200 bin kaçak işçinin umut kapısı...
Hayır Günter Wallraff gibi kılık değiştirmedim. Sadece merak ettim ve bir süredir hayatımıza giren yabancı işçilerin yaşamlarına bir günlük bir yolculuk yaptım...
Size Orta Asya’dan Türkiye’ye uzanan, en alttan bir hikaye anlatacağım....
BİZİM ‘en alttakilerimiz’ :
Türkiye’de tahmini 200 bin yabancı kaçak işçi bulunuyor. Başından geçen onca badirelerin ardından oturma izni alabilen Türkmenistanlı Zülfiye ile Laleli sokaklarını dolaşırken, kaçak işçilerin dramlarını konuştuk...
Ülkelerinde hakim, öğretmen, doktor olan binlerce insan tekstil atölyelerinde, inşaatlarda, evlerde çok ağır şartlarda çalışarak biriktirdikleri paralarla memleketlerine dönmeyi umut ediyor. Ama çoğunun Türkiye hikayesi hüzünle bitiyor
Aksaray, Laleli... İstanbul’da işiniz düşmezse nasıl bir hayat aktığını asla bilmeyeceğiniz gürül gürül bir nehir. Esnafın, çorap satan işportacısı dahil Rusça konuştuğu, vitrinlerin çeşitli dillerde ilanlarla dolduğu, satışın dolarla yapıldığı bu sokaklara girdiğimde “Vay, İstanbul’da yaşıyorum demeyeyim ben” dedim kendime...
Kendi şehrimin yabancı işçiler mahallesinde yabancı bir rehberim vardı o gün. Türkmenistanlı Zülfiye... Beş sene önce gelmiş buraya. Onunla Aksaray sokaklarında dolaşırken, o bana “Bu kadın Türkmenistan’dan, bunlar Kazakistan’dan” diye gösterirken bir yandan da hayat hikayesini anlatıyordu.
Hikaye buradaki onbinlerce kaçak yabancı işçinin yaşadıklarından sadece bir tanesi... Zülfiye yüzünü göstermek ve soyadını vermek istemiyor ki çok haklı... Burada artık yeni ve yasal bir hayat kurmuş. Hikayesini bana güvenerek içtenlikle anlattı...
Zülfiye tıp fakültesinden terk... Yaşadığı şehirde lisede okurken satranç şampiyonu olmuş. Piyano çalıyor ve nota okuyor. Babası öğretmen. Abla ve abileri içinde öğretmen doktor, polis olanlar var. Sekiz kardeşin en küçüğü. Askeri okula gimek istemiş aslında. Ama babası tıp okumasında ısrar edince babasını kıramamış.
Sevemediği bir bölümde mutlu olmamış ve okuldan ayrılmış. Evlenmiş. Bir oğlu olmuş. Doğumda yaşanan bir aksilik yüzünden çocuğunun beyninde bir rahatsızlık gelişmiş. Doktorlar çocuğunun en geç 13 yaşında ameliyat olması gerektiğini söylemişler.
‘Ameliyat parası için’
Karı koca çift vardiya çalışıyorlarmış: “Kendimi bildim bileli çalışıyorum ben. Çocuğuma hep annem, ablalarım baktı. O kadar çok çalışıyorduk ama ayda 200 dolar kazanamıyorduk. Türkiye’ye gidenler ayda 500 hatta 700 dolar kazanıyor diye duyuyorduk. Biz de gidelim ameliyat parasını biriktirip dönelim dedik.
Önce kocam Mahmut çıktı yola. Kıbrıs’a gidecekti ama almadılar oraya. Sınırda tutmuşlar bir gece. Sonra İstanbul’a dönmüş ama gelmek istememiş tabii memlekete. Mahmut beni aradı. ’İstanbul’da çalışan birilerinin numarasını bul, geri dönmeyeyim’dedi. Çok uzaktan birini bulduk.
Kadıköy’de bir lokantada kaçak çalışıyormuş o da. Mahmut bütün bir gün havaalanında oturmuş. O çocuk gelmiş ilgilenmiş, Topkapı’da bir mobilyacıya yerleştirmiş Mahmut’u.”
Büyük umutlar...
Ara sokaklarda amaçsız dolaşmıyoruz aslında. Memleketinden çıkıp Türkiye’de çalışmak isteyen bir yabancı ilk olarak nereye gider? Nerede buluşurlar? Nerede kalırlar? Her memleketin ve şehrin kendine has buluşma noktaları varmış meğer. Birkaç otele götürüyor beni Zülfiye. Otellerin bazılarının lobileri ve koridorlarında adım atacak yer bulamıyorsunuz.
Her yer koli dolu. Otellerin içinde çok fazla dikkat çekmek istemiyoruz. Bu koliler nedir diye soruyorum. “Bunlar ticaret yapanların kolileri. Buradan üç liraya alıyor, orada tanesini neredeyse on dolara satıyor. Tişörttür, terliktir. Bir de mesela buradan biz memlekete bir şey göndermek istediğimizde aracılık yapanlar var. Şeker göndermek istiyorsun mesela.
En güzel şekerin kilosunu beş dolara alırsın burada. Ne gönderirsen gönder kilosu 8 dolara götürüyorlar. Sen onlara müşteri buldukça komisyonu düşürüyorlar. Para da gönderebiliyorsun. Ama bazen adrese ulaşamayabiliyor. Kayboldu diyor, el koydular diyor. Çok fazla yük taşıyan var. Onlar en kolay ve en çabuk zengin olanlar. Giriş çıkış yaptıkları için vize sorunları da yok tabii” diyor...
Biz oteller ve koliler arasında dolaşırken Zülfiye’ye sürekli Rusça laf atıyorlar. “Nereden anlıyorlar senin yabancı olduğunu?” diye soruyorum. “Anlaşılır, artık usta olmuşlar. Ben de hemen kim nereden geliyor anlarım. Elbisesinden, baş örtüsünden, örtüyü bağlama şeklinden anlarsın” diyor ve karşıdan gelen bir kadını işaret ederek “Mesela şu kadın Türkmenistan’ın Marı bölgesinden geliyor.
Bizi sevmez bunlar, biz de onlar sevmeyiz. Bizde de Kürtler var abla ama çok kavgacı olur onlar. Tecen bölgesinde otururlar. Onlara kız vermek istemeyiz” diye yanıt veriyor.
Simit pahalıydı...
Bir parka gidip oturuyoruz. Karnım acıkıyor. Simit yesek diyorum. Gözleri doluyor Zülfiye’nin. “Bir simit yesek sadece birimizin karnı doyardı. Simit pahalıydı bizim için. Bir ekmek alır paylaşırdık...” diyor.
“Peki nasıl geldin buralara, kalacak yerin yok, işin yok, bir güvencen yok, dil bilmiyorsun. Neye güvendin?” diye soruyorum.
“Şimdi olsa yapabilir miyim bilmiyorum ama oğlum için 20 bin dolar biriktirmek zorundaydık. Mahmut’tan birbuçuk ay sonra da ben geldim. O bir koltuk atölyesinde çalışıyor ve orada yatıyordu. Dükkanı kapatıp bir minderin üzerinde uyuyorduk. Bir hafta iş aradım. Türkçe harfleri okuyamıyordum o zaman. Çocuk, hasta bakmak için çağırıyorlardı.
Kan ter içinde elimdeki kağıdı göstere göstere, kaybola kaybola gidip geliyordum. Bir yaşlı kadının yanına koydular beni. Ama kadın bir hafta sonra öldü. Tekrar Mahmut’un yanına atölyeye döndüm. Bir şirket var iş buluyor dediler. Sana iş buluyor ama ilk maaşının yarısını kesiyorlar. Dört katlı bir eve gittim. Pasaportumu aldılar. Burada böyle dediler.
Evin sahibi olan adam çok sinirliydi, her şeyi kırıp döküyordu. Sürekli tehdit ediyordu. Senin kimsen yok, her dediğimi yapacaksın diyordu. Seni istersem ihbar ederim, istersem şu denize atarım balıklara yem olursun, kimse de arayıp sormaz seni diyordu. Geceleri korkudan uyumuyordum. İlk izin günümü bekledim gitmek için. Bir yere gidemezsin dedi.
Çöp dökmeye çıktığımda yan villadan yaşlıca bir kadın çıktı aynı anda. Bana bakıp Özbek dilinde kızım sen neredensin dedi. Annemi görmüşüm gibi oldum bir anda. Ağlayarak boynuna sarıldım. Evde yaptıklarını ve çok korktuğumu, kocamla telefonla konuşturmadıklarını anlattım. Kadın beni içeri aldı. Sen hemen şimdi git, sakın içeri girme, eşyalarını da bırak.
Pasaportu filan düşünme. Buralarda hep kameralar var, hırsızlık yaptı derler. Şirket nasılsa alır pasaportunu. Hemen kaç, dedi. Patronuna durumumu anlattı. Patronu bana 20 lira yol parası verdi. Oradan Mahmut’u aradık. Beni otobüse bindirdi o kadın. Otobüs şoförüne beni indireceği yeri söyledi. Ben bir kez daha Mahmut’un yanına, koltuk atölyesine döndüm.
Hiç para kazanamamıştım ve her şeyim orada kalmıştı.”
Başbakan Erdoğan şu an itibarıyla yüzde 14 olan işsizlik oranını ivedilikle yüzde 10’a indirme hedefinde olduklarını açıkladı... Türkiye dış dünyaya, dünya politikasına kapalı yaşayıp, kendi iç sorunlarınlarıyla boğuşuyor. Ancak bu içe kapanıklık da ne yazık ki büyük dramlara neden olan kaçak iş gücü gibi sorunları görmeye yetmiyor.
Ve tahmini 200 bin yabancı kaçak işçinin çoğu Orta Asya’dan... ’Kaçak iş gücü’nde akşam yemeği şimdilik sadece Türkiye’nin alt tabakasına...
‘Anladım ki iyi insanlar da varmış...’
Zülfiye’nin Türkçesinin muntazamlığına inanamazsınız. Beş sene önce bunları yaşamış insan o olamaz diye düşünüyorsunuz ama anlatırken o günleri tekrar anımsamak belli ki onu çok üzüyor. Gözyaşlarını silerek anlatmaya devam ediyor.
“Mahmut’un yanına gittiğimde giyecek hiçbir şeyim yoktu. Onun elbiselerini giydim. Bir tekstil atölyesinde iş varmış dediler. Orada kalabiliyormuşssun, öğlen yemeği de veriyorlarmış ama dört yüz lira alacaksın dediler. Orada Türkler de kaçak çalışıyordu ama onlara altı yüz lira veriyorlardı.
Bize yatacak yer diye gösterdikleri şey gündüzleri üzerinde baskı yaptığımız katlanır masalardı. Boya kokardı, ama gidecek yerimiz yoktu. Defolu mallardan yastık yapardık. Masaların üzerinde kıvrılır uyurduk. Kahvaltıya paramız olmadığı için öğlen onların vereceği yemeği beklerdik. Gece çalışırsan da yemek verirlerdi ama gece mesaisi için Türkleri tercih ederlerdi. Onlar yerdi.
Ama her şeye razıydım. İki hafta çalıştım. Oradaki Türklerden biri ’Biz altı aydır alamıyoruz maaşlarımızı. Maaşımızı alamadığımız için çalışıyoruz, mecburuz birikmişimizi almaya. Hiç boşuna çalışmayın burada, gidin, vermeyecekler paranızı sizin’ dedi. Vermediler gerçekten. Artık koltuk atölyesinde de kalamazdım.
Çok çaresizdik. Parkta yatıyorduk yine. Yine de şükür ediyorduk. Moskova’da yeşillik satarken Azeriler bizi kovalarlardı. Polise yakalansak bütün hasadımızı çiğner, ayaklarının altında ezerlerdi. Nezarete götürürlerdi. Kazandığımız bütün parayı alırlardı. Metroların bittiği saatte salarlardı.
Buz gibi havada gidecek hiçbir yer bulamazdık. Donmamak için apartmanların merdivenlerinde yatardık. Türkiye’de yine de Allah’a şükür parktaydık ve hava sıcaktı...”
SONUNDA BİR TELEFON
“Bir gün ’Bebek bakar mısın’ dediler. ’Bakarım’ dedim. Sarıyer’de bir ev. Ben dokuzuncu bakıcıymışım. Evin sahibi bana günde bir kez tuvalete gitme izni verdi. Banyomu hafta bir kez yapabileceğimi, çamaşırlarımı sadece bir kez yıkayabileceğimi söyledi. Bebeği bana baktırıyordu ama mutfağa girmem, yiyeceklere elimi sürmem yasaktı. Salondaki koltukta uyuyordum.
Ama evin erkekleri sabaha kadar oyun oynuyorlardı. Sabaha karşı bebek uyanıyordu. Nerdeyse hiç uyumuyordum... Oradan da iki ay sonra ben ayrıldım. Mahmut para biriktirmişti. Oda tutmuştuk artık... Derken bana bir telefon geldi. İki çocuklu dul bir kadın varmış. Kocası yeni ölmüş. Evinde bir çalışanı daha varmış ama gece yatılı kadın istiyormuş. Kalbim çarpa çarpa gittim...
O gün bugündür onlarla çalışıyorum. Çocukları büyüttüm. Patronumla ve diğer çalışanlarla kardeş gibi olduk. Burada gördüm ki iyi insanlar da var. Patronum bütün yasal işlemlerimi halleti. Ben artık burada kaçak değilim. Oturma iznim var. Oğlumun ameliyatını da yaptırdık...
Çocuğum benden uzakta büyüdü. Sağlığı yerinde çok şükür. Şimdi para biriktiriyorum. Belki tekrar bir çocuğum olur. Bir kızım olursa, bütün bu çektiklerimin karşlığını alırım belki...” diyor...
Buradaki en yakın arkadaşı Özbekistanlı bir hakim. Evet, o hakim burada bir evde bebek bakıyor... Bir başka arkadaşı ise öğretmen, bir diğeri doktor... Hepsi daha iyi bir hayata hızlı ama zor yola katlanarak kavuşmak için buradalar... Namuslarıyla ve alınterleriyle hedefledikleri parayı biriktirip, dönecekleri günü bekliyorlar...
Haber Kaynağım :
Bu makale "İclal Aydın" hanımefendinin gazetevatan da yayınlanan eseridir.
Ona ulaşmak için : iclal@gazetevatan.com
O yıllarda Millliyet yayınlarından çıkan bir kitap elden ele dolaşıyordu. Günter Wallraff isimli bir araştırmacı yazar Almanya’da yaşayan Türk işçilerinin dramını kamuoyunun geniş kesimlerine duyurmak için, yaşamının iki yılını en kötü koşullar altında, en tehlikeli işlerde kaçak olarak çalışan Türk işçileriyle birlikte geçirmiş, onların çalışma ve yaşam koşullarını tanımış ve bir kitap yazmıştı.
Kitap kapağının arkasında “İnsanların sırf yabancı oldukları için insan yerine konulmadıkları o ’En Alttakiler’le birlikte, Günter Wallraff, Türk işçisi Ali Levent olarak iki yıl inşaatlarda, McDonalds’ta, Thyssen’de kaçak işçiler arasında çalıştı. Büründüğü kılığı kimse farketmedi; tüm kapılar yüzüne çarpıldı.
Gelişmiş bir sanayi toplumunda yabancı işçilerin özellikle Türkler’in yaşadıkları cehennemi yakından gördü” yazıyor... Almanların kendi içlerinden birinin böyle bir gerçeği ortaya çıkarması sadece bizim ülkemizde değil Almanya’da da çok ses getirmişti. Devir değişti...
Doğu Bloku yıkıldı. Demir Perde ülkelerinin çoğu bugün Erovizyon şarkı yarışmasında derece alma telaşındalar artık. Batı’yla aralarındaki farkı kapamaya çalışırlarken kendi içlerindeki sosyal sınıflar arasında uçurum açılıyor...
Türkiye artık o ülkelerin kaçak işçilerini taşıyan bir ülke oldu. Bir zamanlar iş gücünü trenlere doldurup Almanya’ya gönderen ülkemiz şimdi tahmini 200 bin kaçak işçinin umut kapısı...
Hayır Günter Wallraff gibi kılık değiştirmedim. Sadece merak ettim ve bir süredir hayatımıza giren yabancı işçilerin yaşamlarına bir günlük bir yolculuk yaptım...
Size Orta Asya’dan Türkiye’ye uzanan, en alttan bir hikaye anlatacağım....
BİZİM ‘en alttakilerimiz’ :
Türkiye’de tahmini 200 bin yabancı kaçak işçi bulunuyor. Başından geçen onca badirelerin ardından oturma izni alabilen Türkmenistanlı Zülfiye ile Laleli sokaklarını dolaşırken, kaçak işçilerin dramlarını konuştuk...
Ülkelerinde hakim, öğretmen, doktor olan binlerce insan tekstil atölyelerinde, inşaatlarda, evlerde çok ağır şartlarda çalışarak biriktirdikleri paralarla memleketlerine dönmeyi umut ediyor. Ama çoğunun Türkiye hikayesi hüzünle bitiyor
Aksaray, Laleli... İstanbul’da işiniz düşmezse nasıl bir hayat aktığını asla bilmeyeceğiniz gürül gürül bir nehir. Esnafın, çorap satan işportacısı dahil Rusça konuştuğu, vitrinlerin çeşitli dillerde ilanlarla dolduğu, satışın dolarla yapıldığı bu sokaklara girdiğimde “Vay, İstanbul’da yaşıyorum demeyeyim ben” dedim kendime...
Kendi şehrimin yabancı işçiler mahallesinde yabancı bir rehberim vardı o gün. Türkmenistanlı Zülfiye... Beş sene önce gelmiş buraya. Onunla Aksaray sokaklarında dolaşırken, o bana “Bu kadın Türkmenistan’dan, bunlar Kazakistan’dan” diye gösterirken bir yandan da hayat hikayesini anlatıyordu.
Hikaye buradaki onbinlerce kaçak yabancı işçinin yaşadıklarından sadece bir tanesi... Zülfiye yüzünü göstermek ve soyadını vermek istemiyor ki çok haklı... Burada artık yeni ve yasal bir hayat kurmuş. Hikayesini bana güvenerek içtenlikle anlattı...
Zülfiye tıp fakültesinden terk... Yaşadığı şehirde lisede okurken satranç şampiyonu olmuş. Piyano çalıyor ve nota okuyor. Babası öğretmen. Abla ve abileri içinde öğretmen doktor, polis olanlar var. Sekiz kardeşin en küçüğü. Askeri okula gimek istemiş aslında. Ama babası tıp okumasında ısrar edince babasını kıramamış.
Sevemediği bir bölümde mutlu olmamış ve okuldan ayrılmış. Evlenmiş. Bir oğlu olmuş. Doğumda yaşanan bir aksilik yüzünden çocuğunun beyninde bir rahatsızlık gelişmiş. Doktorlar çocuğunun en geç 13 yaşında ameliyat olması gerektiğini söylemişler.
‘Ameliyat parası için’
Karı koca çift vardiya çalışıyorlarmış: “Kendimi bildim bileli çalışıyorum ben. Çocuğuma hep annem, ablalarım baktı. O kadar çok çalışıyorduk ama ayda 200 dolar kazanamıyorduk. Türkiye’ye gidenler ayda 500 hatta 700 dolar kazanıyor diye duyuyorduk. Biz de gidelim ameliyat parasını biriktirip dönelim dedik.
Önce kocam Mahmut çıktı yola. Kıbrıs’a gidecekti ama almadılar oraya. Sınırda tutmuşlar bir gece. Sonra İstanbul’a dönmüş ama gelmek istememiş tabii memlekete. Mahmut beni aradı. ’İstanbul’da çalışan birilerinin numarasını bul, geri dönmeyeyim’dedi. Çok uzaktan birini bulduk.
Kadıköy’de bir lokantada kaçak çalışıyormuş o da. Mahmut bütün bir gün havaalanında oturmuş. O çocuk gelmiş ilgilenmiş, Topkapı’da bir mobilyacıya yerleştirmiş Mahmut’u.”
Büyük umutlar...
Ara sokaklarda amaçsız dolaşmıyoruz aslında. Memleketinden çıkıp Türkiye’de çalışmak isteyen bir yabancı ilk olarak nereye gider? Nerede buluşurlar? Nerede kalırlar? Her memleketin ve şehrin kendine has buluşma noktaları varmış meğer. Birkaç otele götürüyor beni Zülfiye. Otellerin bazılarının lobileri ve koridorlarında adım atacak yer bulamıyorsunuz.
Her yer koli dolu. Otellerin içinde çok fazla dikkat çekmek istemiyoruz. Bu koliler nedir diye soruyorum. “Bunlar ticaret yapanların kolileri. Buradan üç liraya alıyor, orada tanesini neredeyse on dolara satıyor. Tişörttür, terliktir. Bir de mesela buradan biz memlekete bir şey göndermek istediğimizde aracılık yapanlar var. Şeker göndermek istiyorsun mesela.
En güzel şekerin kilosunu beş dolara alırsın burada. Ne gönderirsen gönder kilosu 8 dolara götürüyorlar. Sen onlara müşteri buldukça komisyonu düşürüyorlar. Para da gönderebiliyorsun. Ama bazen adrese ulaşamayabiliyor. Kayboldu diyor, el koydular diyor. Çok fazla yük taşıyan var. Onlar en kolay ve en çabuk zengin olanlar. Giriş çıkış yaptıkları için vize sorunları da yok tabii” diyor...
Biz oteller ve koliler arasında dolaşırken Zülfiye’ye sürekli Rusça laf atıyorlar. “Nereden anlıyorlar senin yabancı olduğunu?” diye soruyorum. “Anlaşılır, artık usta olmuşlar. Ben de hemen kim nereden geliyor anlarım. Elbisesinden, baş örtüsünden, örtüyü bağlama şeklinden anlarsın” diyor ve karşıdan gelen bir kadını işaret ederek “Mesela şu kadın Türkmenistan’ın Marı bölgesinden geliyor.
Bizi sevmez bunlar, biz de onlar sevmeyiz. Bizde de Kürtler var abla ama çok kavgacı olur onlar. Tecen bölgesinde otururlar. Onlara kız vermek istemeyiz” diye yanıt veriyor.
Simit pahalıydı...
Bir parka gidip oturuyoruz. Karnım acıkıyor. Simit yesek diyorum. Gözleri doluyor Zülfiye’nin. “Bir simit yesek sadece birimizin karnı doyardı. Simit pahalıydı bizim için. Bir ekmek alır paylaşırdık...” diyor.
“Peki nasıl geldin buralara, kalacak yerin yok, işin yok, bir güvencen yok, dil bilmiyorsun. Neye güvendin?” diye soruyorum.
“Şimdi olsa yapabilir miyim bilmiyorum ama oğlum için 20 bin dolar biriktirmek zorundaydık. Mahmut’tan birbuçuk ay sonra da ben geldim. O bir koltuk atölyesinde çalışıyor ve orada yatıyordu. Dükkanı kapatıp bir minderin üzerinde uyuyorduk. Bir hafta iş aradım. Türkçe harfleri okuyamıyordum o zaman. Çocuk, hasta bakmak için çağırıyorlardı.
Kan ter içinde elimdeki kağıdı göstere göstere, kaybola kaybola gidip geliyordum. Bir yaşlı kadının yanına koydular beni. Ama kadın bir hafta sonra öldü. Tekrar Mahmut’un yanına atölyeye döndüm. Bir şirket var iş buluyor dediler. Sana iş buluyor ama ilk maaşının yarısını kesiyorlar. Dört katlı bir eve gittim. Pasaportumu aldılar. Burada böyle dediler.
Evin sahibi olan adam çok sinirliydi, her şeyi kırıp döküyordu. Sürekli tehdit ediyordu. Senin kimsen yok, her dediğimi yapacaksın diyordu. Seni istersem ihbar ederim, istersem şu denize atarım balıklara yem olursun, kimse de arayıp sormaz seni diyordu. Geceleri korkudan uyumuyordum. İlk izin günümü bekledim gitmek için. Bir yere gidemezsin dedi.
Çöp dökmeye çıktığımda yan villadan yaşlıca bir kadın çıktı aynı anda. Bana bakıp Özbek dilinde kızım sen neredensin dedi. Annemi görmüşüm gibi oldum bir anda. Ağlayarak boynuna sarıldım. Evde yaptıklarını ve çok korktuğumu, kocamla telefonla konuşturmadıklarını anlattım. Kadın beni içeri aldı. Sen hemen şimdi git, sakın içeri girme, eşyalarını da bırak.
Pasaportu filan düşünme. Buralarda hep kameralar var, hırsızlık yaptı derler. Şirket nasılsa alır pasaportunu. Hemen kaç, dedi. Patronuna durumumu anlattı. Patronu bana 20 lira yol parası verdi. Oradan Mahmut’u aradık. Beni otobüse bindirdi o kadın. Otobüs şoförüne beni indireceği yeri söyledi. Ben bir kez daha Mahmut’un yanına, koltuk atölyesine döndüm.
Hiç para kazanamamıştım ve her şeyim orada kalmıştı.”
Başbakan Erdoğan şu an itibarıyla yüzde 14 olan işsizlik oranını ivedilikle yüzde 10’a indirme hedefinde olduklarını açıkladı... Türkiye dış dünyaya, dünya politikasına kapalı yaşayıp, kendi iç sorunlarınlarıyla boğuşuyor. Ancak bu içe kapanıklık da ne yazık ki büyük dramlara neden olan kaçak iş gücü gibi sorunları görmeye yetmiyor.
Ve tahmini 200 bin yabancı kaçak işçinin çoğu Orta Asya’dan... ’Kaçak iş gücü’nde akşam yemeği şimdilik sadece Türkiye’nin alt tabakasına...
‘Anladım ki iyi insanlar da varmış...’
Zülfiye’nin Türkçesinin muntazamlığına inanamazsınız. Beş sene önce bunları yaşamış insan o olamaz diye düşünüyorsunuz ama anlatırken o günleri tekrar anımsamak belli ki onu çok üzüyor. Gözyaşlarını silerek anlatmaya devam ediyor.
“Mahmut’un yanına gittiğimde giyecek hiçbir şeyim yoktu. Onun elbiselerini giydim. Bir tekstil atölyesinde iş varmış dediler. Orada kalabiliyormuşssun, öğlen yemeği de veriyorlarmış ama dört yüz lira alacaksın dediler. Orada Türkler de kaçak çalışıyordu ama onlara altı yüz lira veriyorlardı.
Bize yatacak yer diye gösterdikleri şey gündüzleri üzerinde baskı yaptığımız katlanır masalardı. Boya kokardı, ama gidecek yerimiz yoktu. Defolu mallardan yastık yapardık. Masaların üzerinde kıvrılır uyurduk. Kahvaltıya paramız olmadığı için öğlen onların vereceği yemeği beklerdik. Gece çalışırsan da yemek verirlerdi ama gece mesaisi için Türkleri tercih ederlerdi. Onlar yerdi.
Ama her şeye razıydım. İki hafta çalıştım. Oradaki Türklerden biri ’Biz altı aydır alamıyoruz maaşlarımızı. Maaşımızı alamadığımız için çalışıyoruz, mecburuz birikmişimizi almaya. Hiç boşuna çalışmayın burada, gidin, vermeyecekler paranızı sizin’ dedi. Vermediler gerçekten. Artık koltuk atölyesinde de kalamazdım.
Çok çaresizdik. Parkta yatıyorduk yine. Yine de şükür ediyorduk. Moskova’da yeşillik satarken Azeriler bizi kovalarlardı. Polise yakalansak bütün hasadımızı çiğner, ayaklarının altında ezerlerdi. Nezarete götürürlerdi. Kazandığımız bütün parayı alırlardı. Metroların bittiği saatte salarlardı.
Buz gibi havada gidecek hiçbir yer bulamazdık. Donmamak için apartmanların merdivenlerinde yatardık. Türkiye’de yine de Allah’a şükür parktaydık ve hava sıcaktı...”
SONUNDA BİR TELEFON
“Bir gün ’Bebek bakar mısın’ dediler. ’Bakarım’ dedim. Sarıyer’de bir ev. Ben dokuzuncu bakıcıymışım. Evin sahibi bana günde bir kez tuvalete gitme izni verdi. Banyomu hafta bir kez yapabileceğimi, çamaşırlarımı sadece bir kez yıkayabileceğimi söyledi. Bebeği bana baktırıyordu ama mutfağa girmem, yiyeceklere elimi sürmem yasaktı. Salondaki koltukta uyuyordum.
Ama evin erkekleri sabaha kadar oyun oynuyorlardı. Sabaha karşı bebek uyanıyordu. Nerdeyse hiç uyumuyordum... Oradan da iki ay sonra ben ayrıldım. Mahmut para biriktirmişti. Oda tutmuştuk artık... Derken bana bir telefon geldi. İki çocuklu dul bir kadın varmış. Kocası yeni ölmüş. Evinde bir çalışanı daha varmış ama gece yatılı kadın istiyormuş. Kalbim çarpa çarpa gittim...
O gün bugündür onlarla çalışıyorum. Çocukları büyüttüm. Patronumla ve diğer çalışanlarla kardeş gibi olduk. Burada gördüm ki iyi insanlar da var. Patronum bütün yasal işlemlerimi halleti. Ben artık burada kaçak değilim. Oturma iznim var. Oğlumun ameliyatını da yaptırdık...
Çocuğum benden uzakta büyüdü. Sağlığı yerinde çok şükür. Şimdi para biriktiriyorum. Belki tekrar bir çocuğum olur. Bir kızım olursa, bütün bu çektiklerimin karşlığını alırım belki...” diyor...
Buradaki en yakın arkadaşı Özbekistanlı bir hakim. Evet, o hakim burada bir evde bebek bakıyor... Bir başka arkadaşı ise öğretmen, bir diğeri doktor... Hepsi daha iyi bir hayata hızlı ama zor yola katlanarak kavuşmak için buradalar... Namuslarıyla ve alınterleriyle hedefledikleri parayı biriktirip, dönecekleri günü bekliyorlar...
Haber Kaynağım :
Bu makale "İclal Aydın" hanımefendinin gazetevatan da yayınlanan eseridir.
Ona ulaşmak için : iclal@gazetevatan.com