Okulu bitirir bitirmez görev isteyen kız arkadaşımı ziyaret için gittiğim Hakkari'den İstanbul'a dönüyordum. Otobüsün içi sıcaktan dayanılmaz bir durumda. Şoförün arkasındaki iki koltuğu zapt etmişim.
Uykuya da giremiyorum, dışarısının karanlığı otobüsün içinin loş aydınlığı ile karışarak tuhaf bir boşluk duygusu hissetmemi sağlıyordu. Küçük fotoğraf çantamı yanımda tutmak biraz da tanımadığım birisi ile otuz saat omuz omuza oturmamak için yan koltuğumun biletini de almıştım, yan tarafım boş kalacaktı.
Muavinin yolculuğun başında birkaç kez yılışarak yanıma oturma çabalarını sorduğu soruları cevaplandırmayarak bertaraf ettikten sonra kitap gazete ne buldu isem koltuğun üstüne koyarak bundan sonraki tüm girişimleri de engellemiş vaziyetteyim.
Genelde otobüse binmeyi o yıllarda otobüslerde içilen sigaralar nedeni ile hiç sevmezdim. Otobüse binmektense gideceğim yere yaya gitmek bana daha kolay gelirdi. Ama bu sefer tüm şartlar elbirliği yaparak beni otobüse binmeye mecbur etti. Saat gece yarısını çoktan geçtiği halde uyuyamayışım. Uykusuzluğum beynimdeki kelimelerin kendi aralarında kovalamaca oynamasından mıydı?
Ben uykum gelsin diye dua ederken hemen önümdeki şoförde gitsin diye dua ediyor olmalıydı ki; saçlarını kaşıyor, teybe sürekli kaset takıp çıkarıyordu. Yol uğultusu tek kanaldan kısık sesli müziğin sesini bastırsa da kendimi takılan kasetlerin birindeki türküyü sessizce nakarat halinde söylerken buldum.
'Allı gelin al olaydın sevilere dal olaydın,
Gelip geçen yolculardan yarın haberin soraydın.'
Bu sözcükler beynimde binlerce kare fotoğrafa dönüşmeye başladı. Tanrım ne müthiş bir hasret. Hasreti içinde kor bir ateş olan yeni bir gelin doyamadan koynundan uğurladığı erkeğinden haber sorabilmek için yol üstündeki sevilere dal olmuş altından geçenlere "Erimi gördünüz mü, yiğidim yaşar mı? Derdi tasası var mı?" diye soruyordu. O anda Allı gelinin yârini düşündüm.
Hasret yalnızca kadınlara giydirilmiş bir gömlek miydi? Avrat olur özler ana olur özlerdi; özlemek meziyet mi eziyet miydi acaba... Başımı kaldırıp koridoru ve oturanları şoförün izleyebildiği dikiz aynasına baktım. İki koltuk arkamda üç kişi beraber oturuyordu. Koridor tarafında bir erkek cam tarafında ise burnunun dibine kadar çektiği peçesi ile yüzünün yarısını kapatmış kucağında bir çocuk uyutan bir kadın. Çocuk beş altı yaşlarında olmalıydı.
Ben boş koltukta gazete ve kitaplarımı ferah ferah taşırken onların o hali içimi burktu. Bir ara adamı uyandırıp yanımdaki koltuğa çağırmak geçti içimden, kalktım adamı uyandırdım, diğer yolcuları rahatsız etmemek için adama doğru eğildim sigara kokusunu hissedince adamı çağırmaktan vazgeçtim "Yeğeni getir de yanımdaki koltuğa koy yenge rahat uyusun" dedim.
Çocuk uyandırıldı ama benim yanıma gelmeye pek niyeti yoktu. Bende bari çocuğu sen kucağına al ayaklarını yengeye uzatsın deyip koltuğuma geri döndüm. Neden bütün yavrular uyumak için anne kucağını seçerdi, ya da canımız yandığında niye annemizin adı ile feryat ederdik. Işığın karanlığı kovduğu saatlere kadar beynimin içindeki sesleri susturamadım.
Benim arkada uyuyan çocuğun yaşlarında iken götürüldüğüm bir mevlitte ilk anarşistlik yapışıp aklıma geldi. Huşu içinde hocanın anlattıklarını dinleyenlerin aksine söylenenler benim kulaklarımı tırmalıyordu. Konu cennetti. Altından ırmakların aktığı yemyeşil ormanların arasında huri kızları cennetlik erkeklere şarap ikram ediyorlardı. Duyduklarımı beynimde şekillere dönüştürmek, o yaşlarda başlamıştı. Bir anda kızların erkeklere hizmet ettiği kalabalığın içinde annemin olamayacağı fikrine kapıldım. Öyle ya benim annem başka erkeklerin bardağına şarap dolduramazdı. O sıralar İstanbul'da olan annemi çok özlüyordum. Birden ayağa kalkarak hocaya sordum "Cennetlik kadınlar ne tarafta?" sorudan hiç kimsenin bir şey anladığını sanmıyorum. Ama herkes bana bakıyordu; yeniledim sorumu; "Tanrının kulu yalnız erkekler mi?
Neden yalnızca huri kızlar şarap dolduruyor da huri erkekleri kadınlara hizmet etmiyor." Dünyada kahrımızı çektikleri yetmiyor, ahrette de mi kahrımızı çeksinler, o zaman bir kadına cennete gitmek niye cazip olsun ki. Sizin dininiz yalnız erkeklere mi gelmiş, neden bütün peygamberler erkek. Arada bir iki tane dahi olsa kadın peygamber niye yok. Bir anda odanın huzuru bozulmuş şeytan bir çocuk siması ile bu odada ayağa kakmıştı. Sıraların arkasında sessizce oturan birkaç kadın arasında sesli gülüşmeler başlamıştı. O zaman bana çok yaşlı görünen erkeklerse bana şaşkın şaşkın bakıyordu. Eminim hoca ulan şu veledin başına bir odun kırmalıyım diye düşünüyordu.
Acaba Anadolu'da kadın olmak nasıl bir olguydu. İslamiyet sonrası hayatımızı şekillendiren düşüncelerin temelinde kadın şeytanın silahlarının en büyüğü idi. Biz erkekler kendi zaaflarımızı itiraf etmek yerine havanın bizi kandırarak elmayı bize yedirdiğini daha kolay benimsemiştik. Havvalarda günlük hayatlarının ezilmişliği içinde erkekleri baştan kandırabilmiş olmaya hiç itiraz etmemişlerdi. Erkeklerin kısacası güçlünün egemenliğinde oluşan kültürlerde de güçsüz olanlar sadece güçlünün biçtiği rolleri oynamak durumundaydı. İşte böyle bir pencereden bakarak hayatı izlemeye başladığımda kadınlara ilgi duyamayacak kadar küçüktüm. Sonra bir kadının bir erkek üzerinde oluşturabileceği etkileri öğrenmeye başladım ve itiraf etmeliyim ki kadınlar karşısındaki açıklarımızı kapatabilmek için tek üstünlüğümüz olan kuvvete şükrettiğim günler oldu.
Hakkari'den başlayan otobüs yolculuğum İstanbul'a kadar sürecekti. Ancak gün aydınlandıktan sonra uyanan erkeklerin peş peşe yaktığı sigaralar yüzünden yolculuğum aniden kesmek zorunda kaldım, Sivas Erzincan arasındaki Kızıldağı tırmanırken şoförün omzuna vurdum. "Durdur şu otobüsü" dedim adam çok sıkıştığımı düşündü herhalde durduk hızlı hızlı eşyalarımı topladım muavine sırt çantamı da alacağım dedim. Sonra bütün gece kucağında koca çocukla nefes bile almadan gelen kadının yanına gidip "Abla o iki koltuk senin İstanbul'a kadar parası ödenmiş sakın kimseye verme" dedim. Kadının zeytin karası gözlerinin içinin aydınlandığını gördüm. Çocuğu kocasının yanındaki koltuğa bıraktı. Adamın ayaklarını iterek koridora geçti ve ben otobüsten indiğimde o benim yerime kurulmuştu bile.
Benim için kadının kadın olarak ilgimi çekmeğe başladığı günlerde kadınları anlamak adına okuduğum kitaplar Anadolu'da kadın olmanın nasıl bir hikayesi olabilir sorusunu beynimde büyütmeğe başladı. Seksenli yıllar geride kaldığında Artvin Maçahel'de bir akşam üzeri rastladığım yaşlı bir kadının mısır tarlasını kazdırmak için şehirdeki çocuklarına göndermek üzere bana yazdırdığı bir mektup hayata bakışımda yepyeni bir sayfa açtı. Mektubun bir kopyasını tarlasını kazmam karşılığı istedim. İkimiz içinde tatminkar bir anlaşma idi. Bir hafta boyunca kadının tarlasını kazdım. İş bittiğinde ellerimin acısı bir ay sürdü. Ancak Bana yıllar sonra bile hayatımda yaptığım tek hayırlı iş o tarlayı kazmakmış gibi gelir. Mektup daha sonra kadının çocuklarından başka bir milyondan fazla insana ulaştı. Taşıdığı anlam ve evrensel nasihati sayesinde bir banka Almanya'daki işçilerimize gönderilmek üzere mektubu takvim yaptırdı. Benim kitabım dahil birçok yere konu oldu.
Mektup şöyle idi:
Canımın direği,
Bakma bu günkü dağların ak karına, gün gelip güneş daha sıcak doğacak ve eriyecek buzlar. Delecek toprağı otlar, sürgün verecek yine kuru görünen ağaç dalları. Uyanan toprağın yüzünü tırmalayacak umut kazmaları. Yurt dediğin nedir oğul? Doğduğun yer mi? doyduğun yer mi? Bir yere yurt diyebilmen için önce doğmalı sonra doymalısın elbette.
İstekleri bitmeyene iki cihanda da huzur yoktur. Böyle bilirim. Asıl olan çok çalışıp, az istemektir bu topraklarda. Her sene bir çift mısırdır hasatta umudum, odur bağlayan beni hayata ve buraya. Önce ekerim tohumları kara toprağa, sonra beklerim ki dönüşsünler ak koçanlara.
Böyle geçti yüzyılım bu topraklarda. Ne kötüden iz gördüm, ne de namertten söz duydu; şükrettim ama beklemedim ki Tanrı göndersin. Bildim ki eğer vermezsem bu sarı tohumu kara toprağa ne umudum kalacak, ne de toprakla bir bağ aramda.
"Dağın arkası dağ olur" derler. Doğrudur. Lakin bakarsan, beklemeyi bilirsen dağın arkası bağ da olur. Onun için ne sabrımı ne umudumu yitirdim yalan dünyada.
Kalın sağlıcakla...
Dünyadan tecrit bir köydeki yaşı yüzü geçmiş bir ananın bu mektubu ve sonunda gelişen olaylar bana hem fikir hem cesaret verdi.
Anadolu'da kadın olmayı bir fotoğraf sergisi yapmaya karar verdim. Amacım Ana Avrat olmasının yanında Anadolu kadınının üreten taraflarının da fotoğraflarını çekmekti.
İşte bundan sonrası bir zen rahibin resmine dönecek asla tamamlanamayacak bir konu olarak yıllarca elimde kaldı. Güneydoğu'da on yedi yaşlarında bir kız kamerama "Ben okumak istiyorum. Ağabeyim beni okutmuyor, tabii burada erkeklerin sözü geçerlidir" dedikten bir hafta sonra intihar edişi ve bu intiharın çorap söküğü gibi birbiri ardına gelişi kısa sürede basının gündeminden çıksa da yıllardır bitiremediğim bu konuyu benim gündemimde tutmaya yetti.
Yapmak istediğim yazılanları derlemek yada ansiklopedi bilgisi vermek yerine bire bir tanıklıklarımdan yola çıkmaktı. Bu güne kadar en çok yazılıp çizilen ve bize bizden yakın olanlar hakkında bana göre tek bilinmeyen kişisel tanıklıklarımızdı.
Bitarafta çocuğu olmadığı için evini kocasını kaybetme telaşı yaşayan kadınlar, diğer tarafta çocuklarına bakamadığı için ortadan kaybolan erkeklerin geride bıraktığı çocuklar için Anadolu’nun ya da şehrin izbelerinde inanılmaz şartlara direnen, kadınlar. Bence bir erkek yavrusu dahil hiç bir canlı için aynı mücadeleyi vermez belki de veremez.
En eğitimli erkeğin bile ekonomik özgürlüğünü kazanmış kaba tahammül demediğini düşünüyorum. Belki de binlerce yıldır genlerimize işleyen hâkimiyeti kadınların ele geçirmelerinin artık günümüz dünyasında o kadarda uzak bir ihtimal olmadığını yavaş, yavaş kabullenmenin zamanı gelmiştir.
Van'ın Gevaş'a bağlı Aydın ocak köyünde koruculuk yaparken şehit olan bir adamın genç karısı dul kalır. Bağlı olduğu Balaban Jandarma karakolundakiler hiçbir geliri olmayan ve dört çocuğu ile dul kalan kadını sefalet çekmesin diye kocasının yerine korucu yaparlar. Kadının maaşını köyün korucu başı almaktadır.
Fakat kadın maaşının kaç para olduğunu bilmediğinden korucu başı her seferinde maaşın bir bölümünü kendi hesabına aldığı anlaşılır. Bunun üzerine karakol komutanı kadını çağırıp durumu anlatır. Bundan sonra maaşını kendisinin almasını ister. Kadın maaşını kendisi almaya başlaması korucu başının işine gelmez.
Çünkü kadın genç ve güçlüdür. Kocasından kalan maaş sayesinde ekonomik özgürlüğü de vardır. Bu sebeple bazı kişilerin kadını ikinci eş olarak everme emelleri engellenmektedir. Son seçimlerde bölge partisi olarak bilinen bir partiye köyden elli oy çıkar. Korucu başı soluğu karakolda alır. Bu kadının o partiye oy verdiğini, bu sebeple koruculuğunun düşmesini ister. Karakol komutanı korucuyu kovar. "O kadın dağa da çıksa o maaşı alacak" der.
Aslında Balaban Jandarma Karakol Komutan'ının aktardığı bu küçük polemik bile erkeğin açmazlarını göstermesi açısından önemlidir. İnsanlar kendilerine sosyal yada ekonomik bağımlılığı olan her canlıya sahip gibi davranmaktadır. "Benim atım, benim köpeğim, benim koyunum" der gibi çok kolay "Benim kadınım" da diyerek kadını kendi belirlediği sıralamada bir yere koymaktadır. Ancak Anadolu kadınını diğer toplumlardaki kadınlar gibi sürekli ezik pozisyonlarda kalmadığını da gördüğümüz oluyor. Kadın yaşlanıp ana pozisyonuna geldiğinde birçok gücü eline almaktadır. Hele erkeği kendisinden önce ölürse ailede hemen, hemen tek karar mercii durumuna gelmektedir. Erkeğin üretkenliğini kaybettiği zamanlarda pasifsize olduğunda da kadın inanılmaz bir mücadele verir. Anadolu'da yıllarca evleri için kilim halı dokuyan kadınlar bu yetenekleri sayesinde para kazanmaya başlayınca evdeki denge lehine gelişmeğe başlamış genç yaşında bile sofradaki yerini almıştır. Ancak gelişmeler bazı ritüelleri değiştirememiştir. Anadolu'nun birçok yöresinde kadın erkeklerce biçilen rolü oynamaya devam eder. Örneğin Doğu Karadeniz Bölgesi'nin yüksek dağ köylerinde kadın erkek arasında kaç göçün olmamasına karşılık evlenen kadının bir müddet tençkap denen bir kuralı evlenmeden önce çok rahat gülüp söylediği erkeklere bile uygulamasıdır. Kadın evlendikten sonra puşi denen başlığın altına bağladığı siyah yazma ile erkek tarafının erkeklerine ağzını örter. Boynunun dibine doladığı yazmayı burnunun ucuna kadar çekerek yüzünün bir bölümünü kapatır. Bu kapatmanın süresini burnunu kapadığı kişi belirler. Bölgede anlatılan öykülerde bazı gelinlerin on beş sene boyunca bazı kişilere ağızlarını açamadıkları anlatılır. Ancak bunun zulmetmekle değil şaka ile devam ettiğini de eklerler. Birbirine çok şaka yapan ve bu şakaları da genellikle kaybeden oğlanın köyüne kız gelin gider. Gelenekler gereği gelinlik denen ağız kapatma ritüelini arkadaşına uygulamağa başlar. Oğlanda "oh nihayet senin çenenden kurtuldum" diyerek kıza bu perdeleme işini on beş yıl devam ettirir. Doğu Karadeniz Bölgesi'nin dağ köylerindeki kadın erkek ilişkileri geçmişindeki amazon geleneklerine yakındır. Evin tüm işlerini kadınlar görür. Hatta göç ve köyden köye yolculuklar da gerekebilecek tüm malzemeyi kadın sırtındaki sepetle taşırken, erkek sıcaktan ceketini çıkarsa bile ceketi kadın yükünün üstüne alır. Bu bir zorunluluk değil, bizzat kadının korumacı tercihinin sonucudur. Kadın hayatının tamamına sahiptir. Evdeki düzenden o yıl ki gelebilecek misafirlerin ağırlanmasına; uzun sürecek kış günlerinde ailenin aç kalmadan hayatını sürdürmesine kadar birçok planlamayı kadınlar yapar. Toprakları ekili tarıma müsait olmayan dağ köylerindeki Erkeğin hayatının büyük bölümü gurbette geçer. Senede bir ay bile yan yana kalamadan geçen yıllarda kadın köyünde evinde yalnız kalır. Bazen bir iki sene göremediği erkeği gurbetten köye döndüğünde köyünde geçireceği bir kaç günü rahat ettirmek adına hiçbir işe bulaştırmak istemez. Karadeniz'in dağ köylerinden sahile doğru indiğimizde din olgusu ile birlikte başlayan kadın erkek ayrımı Doğu Anadolu'nun köylerinde en üst seviyeye kadar çıkar. Bu ayırım arttıkça o yöredeki sosyal yaşam ve kültürel algılamalarda zayıflar. Örnek olarak Doğu Karadeniz Bölgesi'nin dağlık kesimi olan Hemşin de kadın her konuda söz sahibidir. Bu durum Hemşin köylerinin hayatındaki her alanda açık olarak hissedilir. Sahil köylerinde hatta şehirlerdeki insanlar bile bunu açık olarak söylerler.
Güneydoğu'da kadın erkek arasında görünmeyen bir duvar vardır. Evli kadınların başlarındaki eşarbın bir bölümü burun altından sürekli ağızlarını kapatır. Ev işlerini sessizce görürler. Genellikle birbirine yakın yaşlarda birden fazla çocuk eteklerindedir. Bir erkek dörde kadar evlenebilmekte on ila elliye varan sayılarda çocuk yapmaktadır. Bu yörelerimizde kadınlar Dünya'dan tecrit edilmiş öğrenmeye ve okumaya önü kapatılmışlardır. Kadınların ekonomik olarak ürettiklerinin sahibi de erkeklerdir. Bazı köylerde köy ebeleri yada öğretmenlerle görüşmeleri bile engellenirken dinen hiçbir eğitimi olmayan ve yörede imam kabul edilen ehil olmayan hocalar da kocalarına "korunmayın korunmak günahtır" diye vaaz verirler. Bunun sonucu çocuk yaşta evlendirilen kadın yirmili yaşlar bittiğinde yaşının üç katı bir beden ve ruh sahibi olur. Arkasından üzerine kuma getirilir. Evin dışındaki hiçbir erkekle görüştürülmez, zaten istese de görüşemez. Hatta sağlık hizmetleri dahi erkeklerin izinlerine tabiidir. Bazı köylerde kanamalı hasta kadının doktorun erkek olmasından dolayı götürülmediği için kan kaybından öldüğü vakadır.
Doğuya bir seyahatimde yanımda gelen kız arkadaşım bir köyün birinde şıh denen sofu bir adamla "kadınlarınızı niye okutmuyorsunuz" diye tartışmıştı. Adam "erkeğin okuyanı kadı, kadının okuyanı cadı olur" demişti. Batman da on yedi yaşlarında bir kız kamerama "ben okumak istiyorum ağabeyim beni okutmuyor tabii burada erkeklerin sözü geçerlidir" dedikten bir hafta sonra intihar edişi ve bu intiharın çorap söküğü gibi birbiri ardına gelişi bile Anadolu'daki özelliklede Güneydoğu'daki kadınların dramını bizlere yeterince anlatamamış olmasından müthiş bir utanç duyuyorum. Belki de dünyanın hiçbir yerinde kadının var olabilmesi için böyle bir yol seçmemiştir. Bu anlayış ve tek yönlü oluşturulan kültür ve dinler maalesef Tanrının dişi kullarının hayatını anlaşılamayacak kadar erkeklerden uzaklaştırmıştır. Yılardır edindiğim izlenim gelişmemiş toplumlarda ve bağnaz dindarlığın hüküm sürdüğü her yerde kadın olmak onun hayata baktığı taraftan bakmak hemen hemen bir erkek için mümkün olamayacağını düşünmeme sebep oldu.
Güneydoğu'da bir kış günü öğleden sonra ulaştığım bir dağ köyünde kalabalık çocuk nüfusu beni köy girişinde karşıladı, çocuklarla şakalaşa şakalaşa çamur deryası bir yoldan köy meydanına kadar geldik. Meydanda uzunca bir yalak vardı, yalağın kenarında eşekler kadınlar birkaç büyük baş hayvan karışık bir halde duruyordu. Yalağın sol başında dört kalınca borudan su adeta fışkırarak yalağa dökülüyordu. Bazı kadınlar omuzlarının üstünde duran uzun sopanın iki ucunda astıkları tenekeleri dökülen suyun altına tutup bir iki saniyede doldurarak köyün içine doğru gözden kaybolurken bazıları da doldurdukları bidonları kenarda bekleyen eşeklere yüklüyorlardı. Ben bir köye ilk defa gidiyorsam genellikle fotoğraf makinemi görünür bir yerde tutmam, bir iki gün ben köye köy bana alışana kadar fotoğrafta çekmem. Böyle manzaralarla karşılaştıkça da pişman olurum. Yanımdaki çocuklardan birine "çocuklar burası yarında böyle kalabalık olur mu" acaba diye sordum. Çocuk ne demek istediğimi pek anlamadan bana şaşkın şaşkın bakarken birkaç yetişkin erkeğin bana doğru geldiklerini gördüm. Selamlaştık suyun başındaki kadınlar bizi izlemeğe başladı ben tereddüt etmem yanıma gelen adamlardan birinin koluna girerek suya doğru yürüdüm. Adam da sürüklenmemek için bana ayak uydurdu yalağın yanına geldiğimde herkesin duyacağı bir sesle "kolay gelsin ablalar" dedim. Kadınların bazıları bakışlarını benden kaçırarak "sağ olasın" diyebildiler. Koluna girdiğim adama "ben muhtarınızı ararım" dedim. Adam şaşkın şaşkın yüzüme bakıp "benim" dedi. Bende "Muhtar beni Atilla Komutan gönderdi. Senin odan çok güzelmiş bir iki gün misafirinim" dedim. Muhtar Atilla Komutan lafını duyunca hem biraz çekindi hem de rahatladı. Biraz önce gördüğü adını bile bilmediği bu adam için nasıl olsa jandarma komutanı referanstı. " başım üstüne" dedi. Etrafımdaki meraklı kalabalık giderek çoğaldı. "Muhtara köy kaç hane" dedim. "Kırk vardır" dedi. "kaç nüfusun var" dedim. "beş yüz varız." Etrafımdaki halkadan belli oluyordu. Muhtarın evine doğru yürürken kuyruğa eklenen yetişkinlerin sayısı ile çocukların ki eşitlendi. Bazı yetişkinler taşkınlık yapan çocuklara ellerindeki değneği kaldırmakta tereddüt etmedi. Tabii bende onu guruptan elemekte. Muhtarın evinin önüne geldiğimizde çocuklar ve yetişkinler iki ayrı gurup olmuşlardı. Muhtarın odasının eşiğinden içeri girmeden kalabalığa döndüm "içeride sigara içerseniz ben dışarıda kalacağım ya da içerde sigara içmeyeceksiniz hangisi" dedim. Herkes "estağfurullah girin biz içmeyiz" dedi. Bunu yapmasam ne olurdu işte bunu yaşamayan hiç kimseye hayal ettiremeyeceğimi biliyorum. Odaya girdikten yarım saat sonra yemek bezi ortaya serildi. Ben ellerimi yıkamak istedim. "Su getirelim" dediler. "Olmaz çeşmeyi gösterin" dedim herkes birbirine baktı. "Çeşme yukarıda meydanda idi" dediler. "Evde su yok mu ?" "Ha vallahi yoktur. " " Niye yahu yukarıda dört koldan su gürül gürül akıyordu. " Herkes suskun ama bıyıkları yeni terlemiş bir delikanlı atlıyor: "Vallahi şıh izin vermemiştir. " "Suyu kim getiriyor"... "Vallahi kadınlar çocuklar. " " Niye şıh izin vermiyor. " "Şeytan suyla eve gelirmiş... "
"Kadınlarınız sırtında su taşıyacak, sizde banyo yapacaksınız, el yıkayacak, yemek yiyeceksiniz ha. Ben el yıkamak için çeşmeye gidiyorum. O bacılarımın omzunda taşıdıkları su ile pişirilen yemeği de onlar haklarını helal etmezse yemiyorum. " Deyip yerimden kalktım. Kalabalık şokta her halde benim nasıl bir adam olduğumu düşünüyorlar. Anadolu köylerinde misafir gerçekten çok önemlidir. Ancak misafirin benim gibi arsızı da önemli mi göreceğim. Ayaklarımı giyip odadakilerle birlikte çeşmeye doğru yola çıktım. Çeşme başı bıraktığımdan daha kalabalıktı. Çeşme başındakiler şaşkın bakışlarıyla birbirine bir şeyler söylüyor. Ellerimi yıkadıktan sonra ortalığa bağırıyorum "Ablalar erkekleriniz bu suyu bir hortumla kapılarınıza akıtmazlarsa onlara banyo suyu taşımayın. Evin içine akıtmasalar bile su evinizin önünde aksa fena mı olur. " O gece dişimi fırçalamak için bile çeşmeye gittim. Tabii her gidişte odadakilerin büyük bir bölümü de benimle çeşmeye gelip geri dönüyorlardı. O yaz köye yeniden gittiğimde sular kapının önünde idi. Hatta bazı evlerin içinde bile akıyordu. İlk gittiğimde sofrayı odanın kapısına getiren kadınlar artık benimle sofraya da oturuyorlardı. Artık bende köydeki bireylerden biri idim. Sorgulama bir kez başladığında birileri cevapları bulmak zorunda kalıyor yada sorguyu yaratan sebebi ortadan kaldırıyorlar. Evin içine şeytan girecek korkusu ile alay etmek yerine suyu kapıya kadar yaklaştırmak belki de sorgulamayı başlatan en güzel kıvılcımdı. Korkular ve bazı sebepler bazılarımıza komik ya da saçma gelebilir ama var ve kabul görmüşse kişinin doğrusudur. Anadolu'da çok eşli evliliklerde bunlardan biridir. Erkeğin egemen olduğu bir toplumda bazı dini kılıflarda çok eşliliği güçlendiriyorsa biz ne kadar bu işin yanlış olduğunu söylersek söyleyelim olacakları engelleyemeyiz Çocukken sorguladığım bir şey vardı. Neden batan bir gemide öncelik kadın ve çocukların olurdu. Birçok arkadaşım bu sorunun cevabını onların korunmaya muhtaç olmalarına yorumlarken, ben bu önceliği hayatı onların devam ettirebilecekleri için olduğuna yorardım. Birde tüm kaşif ve mucitlerin erkek olmasını anlardım da neden güzel sanatlarda geçmişte hiç başarılı kadın olmadığını hep düşünürdüm. Gerçi hala düşünmekteyim... Bir arkadaşım kadın doğurganlığı ile zaten yaratıcıdır bu sebeple kadınlar bir şey yaratma ihtiyacı duymamışlardır dedi, ne yalan söyleyeyim bu tarif pek aklıma yatmadı. Benim için Anadolu'da kadın olmanın hikayesi asla tamamlanamayacak bir resim gibidir ve hayat sürdüğü sürece yenilenmek zorundadır. Dünyadaki medeniyetlere şöyle bir bakın kadınların söz sahibi olmadığı bütün toplumlar gelişmemiş toplumlardır. Kadın seçicidir. Ayrıntıyı erkekten daha hızlı algılayan ve net düşünen bir yapıya sahiptir. Kadınları büyük kentlerde olabildiği kadar kırsal kesimde de hayata katmadığımız sürece toplumsal olgunluğu yakalayabileceğimizi sanmıyorum.
Artık cennette Tanrının kadın kullarına Erkek hurilerin hizmet ettiği bir kadın imamın vaaz verdiği cinsiyetin değil, bilginin önemsendiği bir inanışın çok uzağımızda olmamasını diliyorum; olmamak zorunda çünkü...
...
Anadolu Kadın'ı yalnızlığını yalnızca Doğu da değil, Batı'da da kendi içinde yaşar. Hatta büyük kentlerdeki eğitilmiş kadınlarımızın dramları bile tek tek ele alındığında birer trajedi olabilecek öykülerdir. Akdeniz Bölgesi'nin turizme açık sahillerinden kırk elli kilometre dağ köylerine çekildiğimizde bile dünyadan soyutlanmış hayatlara tanıklık edebiliyoruz.
Muğla'nın Doğu'sundaki gölgeli dağlar her bahar ayında mutlaka ziyaret ettiğim mabetlerim den biri dir. Burada ki Boğatepe Mevki’inde birkaç gün dolandım. Bir akşamüzeri yol demeye bin şahit isteyen izbeyi takip ederek küçük bir köy olan Turgut yakınlarında bir iki evlik bir mahalleye rastladım. Arabamı durdurup, biten benzinimi doldurmak için yolun altında ki evden yardım istemek için indim. Yaşlıca bir kadın arayıp tarayıp bir huni buldu. Benzini mi doldurmaya başladım. Bu esna da araç telefonum çalmaya başladı. Kadın aracın içinden gelen sese tuhaf tuhaf bakıyordu.
Elimdeki bidonu bırakıp telefona cevap verdim. İşim bittiğinde kadının
hunisini geri uzattım. Kadın bana "oğul karnın açsa yemeğimiz var, değilse bir çayımızı iç" dedi. Çay teklifini reddetmedim. Birlikte eve geçtik. Bir iki dakika sonra da on üç on dört yaşlarında genç bir çocuk içeri girdi.
Kadın çocuğun en küçük oğlu ve bir oğlunun da askerde olduğunu söyledi. Bende "kaç çocuğunuz var" dedim. Kadın'ın cevabı üç oldu. En büyüğü Fethiye'de bir otelde sezonluk çalışıyormuş. Biraz sonra genç bir kız çay tepsisi ile geldi. Çayları aldık. Kız, kadına ana diye hitap ederek bir şeyler sordu. Ben de "gelininiz mi" dedim. "hayır, kızım" dedi. "Ama üç çocuğunuz olduğunu söylemiştiniz" dedim.
Kadın mahcup mahcup önüne baktı. "üçte tane de kızım var" dedi. Köy yerlerinde kız çocukları bir evin kazanını taşımada en büyük özveriyi gösterseler de çoğu yerde kazan mevcudundan sayılmıyorlardı. Biraz sonra eve yaşlıca bir adamla beraber üç kız daha geldi. Kızlardan biri askerdeki çocuğun karısı, ikisi de kadının diğer kızları idi. Zaman sohbetle çabuk erimişti. İstersem otlaktan dönen keçilerin sütü sağılırken fotoğraflarını çekebileceğimi söylediler. Beklemeye karar verdim. o arada yeni gelin ve görümcesi kışın dokumaya başladıkları bir kilimi bana gösterdiler. Gelin bu kilimi eşi askerden döndüğünde ona vereceğini söylüyordu.
Elektriğin bile olmadığı bu köyde kilimin düğümleri hasretin ateşinin ışıkları ile dokunduğu her halinden belli oluyordu. Bana yıllar önceden beynime kazınan Allı gelin türküsünü yeniden hatırlattı. Geline eşin nerede asker dedim; " Gölcük" dedi. Sınıfı denizci imiş; içimden Tanrım rastlantıya bak deyip "Kocanın ismini, soyadını ver." dedim. Arabaya döndüm. Küçük kardeşim Gölcük'te görevli subaydır. Aradım "Ahmet bu çocuğu bana bulabilir misin? " diye sordum. Çocuk gemi personeli olarak görevli imiş. "Eğer seferde değilse bulurum" dedi. Sonra beş dakika sonra geminin limanda, çocuğun da karada olduğunu öğrendim. "Ahmet'e o zaman yarım saat sonra, ne yap ne et bu numarayı o çocuğa arattır. " dedim. Sonra eve döndüm ahaliyi fotoğraf çekeceğim bahanesi ile kapıya çıkardım. Amacım arabada çalacak telefonun sesini duyabilmekti.
Oyalanırken telefon çalmaya başladı. "İçimden Allah'ım ne olur arayan o çocuk olsun deyip" geline "yenge o telefona bakabilir misin" dedim. Genç oğlan atladı "ağabey o telefonu açmayı bilmez ben bakayım" "hayır" diye çıkıştım.
"İyi ya öğrenecek" deyip kadına yeniledim. "Yenge orada siyah sesi çıkan şeyi sertçe yerinden al kablolu tarafı ağzına yakın tut. Öbür ucunu kulağına daya ve efendim de." Kadın tereddüt içinde, oğlan istekli, bense telefon kapanacak diye endişeliyim. Sertçe yeniledim. "hadi bacım korkma seni yemez git aç şu telefonu" dedim. İsteksizce ve bir anlam veremeden telefona gitti.
Sırtı bana dönük olduğu için yüzünü göremiyorum. Kapıyı açıp telefonu aldı.
Bu arada neredeyse benim heyecandan dudağımda uçuk çıkacak. Sonra hızla bize doğru döndü ve bağırdı "Iliyas". Ben dâhil herkes şaşkın evdekiler telefona koşarken, önlerine geçtim. "Sabredin siz sonra" dedim.
Kıza da seslendim: " Bacı arabaya gir, kapıyı kapa rahat rahat konuş" Sonra sırası ile herkes konuştu. O gece beni misafir etmek istediler. Ama benim başka planlarım vardı. Ayrılmak isterken kızın kilimi kucaklayıp geldiğini gördüm. bana uzattığında benden okkalı bir sitem dinledi.
Kız çocuklarının evlattan sayılmayışı, yalnızca Muğla'nın dağ köylerinde rastladığım bir davranış biçimi değil; Anadolu'nun birçok yöresinde kız çocuğu çocuk yada kardeş sayılmaz.
Oysa kadın her alanda erkekten daha üretkendir. Bitmeyen bir enerji sonsuz bir sabır ile hayatın her alandaki rollerini aksatmadan yürütmektedirler. Gelişen bilim bile gelecekte kadınların erkeklere muhtaç olmadan gebe kalabilmelerini mümkün kılıyor.
Bazen düşünüyorum da yoksa bizi bu gezegene gönderen medeniyet geleceğimizi biliyor muydu? Yine de gelecek paranoyası ile kadınını kara cahilliğe mahkum eden bir toplum da, bireyin gelişmesi çağın gereklerine göre olamamaktadır.
Ahlaken çökmemiş, bilgi olarak çağı anlamış toplumun oluşmasında batan bir gemideki kurallar geçerli olmamalı diye düşünüyorum. Önce kadınlar ve çocuklar eğitilmelidir. Geçmiş tecrübelerin oluşturduğu bilgi ve deneyimlerin bazen kendini beğenmiş eğitimli şehirlileri nasıl şaşırtabildiğine defalarca tanık oldum. Bu konudaki unutamadığım örneklerden birini 17 'li yaşlarım da Mardin Kale tepesi mevkiinde yaşamıştım. Kovboy filmlerinin hayatımızı birebir etkilediği mahalle aralarında Tekmancılık (kovboyların kasabada birbirine ateş ettikleri durum) oynadığımız zamanları geride bırakırken bir arkadaşımla Anadolu'yu at'la dolaşmak gibi bir arzu duyuyorduk. Mardin yakınlarında Jandarma Karakol Komutan'lığı yapan bir ağabeyim o bölgede ucuz at bulabileceğimizle ilgili bizi cesaretlendirip birazda yardım edince hayallerimiz gerçek olmuştu. Seyahatimiz Mardin'den başlayıp batıya doğru devam edecek Kayseri de Erciyes dağı eteklerinde bitecekti. Atları burada verecek bir köylü bulamazsak Erciyes'in güney tarafında yaşayan yılkı atlarının arasına salacaktık.
Yolculuğumuz yaklaşık beş yüz kilometre kadar sürecekti. Seyahatimizin ilk haftası idi. Güneydoğu Toroslarının Mardin Siverek arasındaki bölümünde Kale Tepesi mevkiine gelmiştik. Bütün gün yol almış içme suyumuzu tüketmiştik. Yalnız bizim değil, atlarımızın da suya ihtiyacı vardı. Akşama yakın uzağımızda koyun sürüleri ve bir oba fark ettik. Bu suyun da müjdesi idi. Obaya yöneldik. Çoban köpeklerinin yaygarası arasında çadırlardan kapısında insan beliren birine yöneldik.
Güneşin ve rüzgârın yalaya yalaya yüzünü bronz heykele döndürdüğü yaşlı bir kadın bize bakıyordu. Kadına selam verip, su nerede bulacağımızı sorduk. Kadın başımızdaki kovboy şapkaları, özenti çizmelerimiz, kot pantolon ve yeleklerimizle kendisine ait olmayan bir dünyayı temsil eden bıyığı yeni terlemiş bizlere uzun uzun baktıktan sonra "size mi?" diye sordu. Cevabımızı beklemeden çadıra anlamadığımız dille bir şeyler söyledi. Biz kendi aramızda arkadaşımla şakalaştık. "Giringo bunlar Meksikalı olmalı"...
Biraz sonra genç bir çocuk elinde tuttuğu koca bir tas ayranla benim yanıma geldi. Tası bana doğru uzattı. Tası alıp tam kafama dikecektim ki içinde kocaman iki parça kömürün döndüğünü gördüm. O kadar susuzdum ki ne olursa olsun içerdim. Tası ağzıma götürüp içmeye başladım. Ama her defasında kömür ağzıma yaklaşıyor, ben de durmak zorunda kalıyordum. Hiç değilse boğazım ıslandı deyip tası arkadaşıma uzattım. O da kömürleri görünce hafif bir sarsıntı geçirdi. Ama çaresiz ayranı yavaş yavaş içmeye başladı. Arkadaşım tası ağzına götürdüğünde kadının da muzip muzip bizi izlediğini fark ettim.
Kadın bekleyen çocuğa bir şeyler daha söyledi. Çocuk bu sefer içinde su olan bir bidonla geldi. Suyu bana uzattı. Gözümü bidonun deliğine dayayıp baktım. Su temiz görünüyordu. Bu sefer kadın dayanamayıp söze girdi. "Su temizdir. Rahat rahat iç. Ayrana kömürü bilerek koydurdum, belli ki çok susuzdunuz. Birden içip hasta olmanızı istemediğim için kömür attırdım. Böylece yavaş yavaş içtiniz."
Yaşantımızı sürdürürken seçtiklerimiz, mesleğimiz, öğrendiklerimiz, dünya görüşümüzden, hayat tarzımıza kadar birçok konuda belirleyici oluyor.
Bunu kendi hayatımda çok açık görebiliyorum. Anadolu'nun ücra köşelerinde tanık olduğumuz hayatların dramatik yönleri kadar öğretici yönleri de merak duygumu kamçılayan faktörlerin başında gelir. Bu sayfalarda uzun uzun dramlar ensest hikâyeler ve yaşam sorumluluğunun yüklediği çilelerin yazılabileceğini biliyorum. Bu tür yazılar zaten günlük hayatımızın içinde haberler vasıtası ile bizlere ulaşıyor. En trajik öykülerin en acımasız, gaddar hikayelerin kahramanları ne yazık ki biz insanlarız; ve mutlaka kahramanlarımızdan biri ya da birkaçı da kadındır.
Her sebeple dostlarıma yine de Anadolu'da Ana olmanın sıkıntılarının yanında insana gurur veren bir yanı olduğunu söylerim. Çünkü, eğitip şehirlerde hayata katılan kadınlarımızın sorunları da hiç yabana atılacak gibi değildir. Onların da kendi dünyalarındaki sıkıntıları, onları bunaltacak kadar fazladır. Hatta bir köy yerinde çeşmeden su taşımayı isteyecek, bunu çile görmeyecek kadarda yoğundur.
Kırsal kesimin sorumluluklarından, acılarından kaçarak kentlere gelen kadınların hayatı köylerdekinden daha acımasızdır. Köyünde dolaşma özgürlüğü olan kadın büyük kentlerin cazibesi ile kentlere geldiğinde sosyal refahı ile birlikte dolaşma özgürlüğünü ve üretme kabiliyetini de kaybederek zamanı kesinleşmemiş mahkûmlara benzer. Bana göre insanları coğrafyalarından oynatmamak gerekiyor. Düşünüyorum ki insanlarda bitkiler gibidir. Tıpkı geliştikten sonra toprağından sökülen çam ağaçları gibi büyük çoğunluğu bir daha asla yeşeremiyor. Çam ağaçları yönleri bir pusula kadar hassas algılarlar. Eğer dikilirken söküldüğü alandaki yönlerine sadık kalınmazsa asla gelişemezler. Coğrafyasında yaşayamayan insanlar kentlerimizin varoşlarına Anadolu'daki hayatlarının bir kopyasını buraya taşıyarak yeniden kök salmaya çabalamaktadırlar. Bu çabaların ne yazık ki hepsi mutlu sonla bitmiyor. Buralarda yaşanan öyküler çoğu kez çile değil, trajedileri anlatmaya başlıyor. Bana göre; Mahsum insan yoktur. Mahsum kalmaya çabalayan insanlar vardır.
Örneğimize bir kaç kuşak zengin aile sahibi kent kadınını alalım. İmkanları ölçüsünde birçok konuda kendisini geliştirmek ister. Şehirde yaşıyorum ama yeterince nimetlerinden faydalanamıyorum duygusu ile aşırılıklara kaçabilir. Yarış atı gibi eğitilmiş olan kolej meraklarını hırsla takip etmeyi severler. Çoğu cardio sporlarından, yogaya terfi ederek derinliklerini artırmaya çabalarken ruhbanlığa bir reçete ile ulaşılacağını düşünür. Beyinlerine işlenmiş, Amerikan kültürünün gereklerini sürdürmeyi gurur meselesi yaparlar.
Sanırım doğrusu bu
Eserin Yazarı : Cemal GÜLAS