Kadın Edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kadın Edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Eğitim Sen, ‘Kadın Öykü Yarışması’ düzenliyor

              Eğitim Sen İstanbul 6 Nolu Şube tarafından, kadın üyelerinin katılabileceği öykü yarışması düzenleniyor. 

Yarışmaya sadece öyküleri ile başvurabilecek eğitim sen’li kadın üyeler için son başvuru tarihi 06 Ekim 2017. 

Yarışmanın değerlendirme kurulunda Sevin Okyay, Jaklin Çelik, Sibel Öz, Emek Erez, Mübeccel Karabat gibi isimler yer alıyor. 

Ödül kazanan eserler, Eğitim Sen’in internet adresinde yayımlanacak ayrıca başvuru sırasında verdikleri iletişim araçlarından eser sahiplerine ulaşılarak bilgi verilecek.

Yarışmaya katılım şartları şunlar:

– Yarışmaya bir öyküyle başvurulur.

– Öykülerin başka bir yarışmada ödül almamış ve hiçbir yerde yayımlanmamış olması gerekmektedir.

– Yarışmaya sadece Eğitim Sen’in kadın üyeleri katılabilir.

– Şartnamede belirtilen koşulları taşımayan ve son teslim tarihinden sonra gönderilmiş eserler değerlendirilmeyecektir.

– Eserlerinin yayımlanması hâlinde eser sahipleri herhangi bir ücret talep edemezler.

– Yarışmaya gönderilen öykülerin hukuki ve içerik sorumluluğu katılımcıya aittir. Öyküyle ilgili olarak herhangi bir şekilde 3. kişiler tarafından oluşturulacak telif hakkı iddiası ve talebine karşı, öykü sahibi sorumlu olduğunu kabul eder.

– Değerlendirme Kurulu tarafından yayımlanmaya değer bulunan eserler bir kitapta toplanacaktır.

– Başvuru sahipleri yukarıdaki koşulları kabul etmiş sayılırlar.
Yarışmaya gönderilecek eserlerde ise şu şartlar aranacak:

– Öyküler bilgisayarda, Times New Roman karakteri ile 12 punto ve 1,5 satır aralığıyla A4 boyutunda en fazla on sayfa uzunluğunda yazılmış olmalıdır.

– Yarışmaya gönderilecek öykülerin üzerinde sadece rumuz bulunacaktır. Öykü sahibinin kimliğiyle ilgili bilgiler hiçbir sayfada yer almamalıdır; aksi hâlde eser değerlendirmeye alınmayacaktır.

– Yarışmacı; adını soyadını, üyesi olduğu şubenin adını, elektronik posta adresini, cep telefonu numarasını, özyaşam öyküsünü ve öyküsünün adını yazdığı kâğıdı ayrı bir zarfa koyup zarfın üzerine sadece rumuzunu yazarak bunu, öyküsünün yer aldığı büyük zarfın içine koyacaktır. Büyük zarfın üzerine de sadece rumuz yazılacaktır.

– Kitaplaştırma sırasında kullanılmak üzere öykünün Word formatında hazırlanmış CD’si ile beş adet çıktısı da büyük zarfa konulmalıdır.

– Öyküler aşağıdaki adrese posta ya da kargo yoluyla gönderilmelidir. 

Eserlerin, postada olası gecikmeler göz önüne alınarak belirtilen tarihte Eğitim Sen İstanbul 6 Nolu Üniversiteler Şubesi Sıraselviler Cad. Sim Apt. No: 18/1 Daire 2 Taksim Beyoğlu/ İSTANBUL adresine ulaşacak şekilde gönderilmesi önemlidir.

Ödüller:

Birincilik Ödülü : 450 TL değerinde kitap hediye çeki

İkincilik Ödülü : 350 TL değerinde kitap hediye çeki

Üçüncülük Ödülü : 250 TL değerinde kitap hediye çeki

Yarışma hakkında daha fazla bilgiye bu bağlantıdan ulaşabilirsiniz.

Haber Kaynağım :

Okurken kadın çığlıklarını duyacaksınız...

              Gönül Kıvılcım, Boğaziçi Üniversitesi ekonomi bölümü mezunu. Ardından Norveç’in Bergen Üniversitesi’nde kitle iletişim master’ı yapmış. İlk öykü kitabı ‘Kasaba ve Yalanlar’ 2001 yılında, ilk romanı ‘Jilet Sinan’ ise 2002 yılında yayımlanmış, birçok dile çevrilmiş. 

Kitaplarında, toplum tarafından dışlanan insanların hayatlarına ışık tutan yazar, ‘Uğultular’ adlı romanında kimliği çalınan kadınların hikâyelerini aydınlatıyor.
                  Bu kadınlardan ilki, 34 yaşındaki Kader. Antakya’da geçen çocukluğuyla hesaplaşamadığı için erkeklerle arasında aşamadığı bir duvar var. Ne ilk aşkı Sinan, ne eski kocası Halit, ne de sevgilisi Hazar bu görünmez duvarı yok edebilmiş. Bu yüzden, psikologla konuşurken dahi utanıyor bakire olduğunu söylemeye. Çünkü kadınlığa ulaşmak için geçmişiyle hesaplaşmak zorunda: 

Ailesini sevgisizliğe mahkûm eden babasıyla, onu bekâret kontrolüne götüren annesiyle, beyaz sakalının altında birtakım sırlar taşıyan dedesiyle ve en önemlisi Soğukoluk’ta yitip giden kadınların dramıyla yüzleşmeli. Sevgilisi Hazar’la gittiği Antakya tatili Kader için geçmişin sırlarını öğrenebileceği bir yüzleşme aslında. 
                Soğukoluk, kale gibi yüksek duvarlarla çevrili evlerde türlü yollarla düşürülüp seks işçiliğine zorlanan kadınların hapishanesi. Orman, bu kadınların kaçtığı, kiminin bebeğine, kiminin hayallerine mezar olan karanlık bir kuytu. Kader’in bugüne dönebilmesi için, çocukluğunda duyduğu söylentilerin doğru olup olmadığını öğrenmesi, Soğukoluk kadınlarının hikâyelerini keşfetmesi gerekiyor. 

Dolunay ve Melek. Ormanın yuttuğu iki kadın, Kader’in öğrenmesi gereken iki farklı öykü. Önce Dolunay’ın izlerini takip ediyor Kader. Bu izlerden bazıları kendi ailesine çıkıyor. “Dolunay’la aynı tabutun içindeydik.” Sonra, Melek’in dramını öğreniyor. Onların öyküleriyle kendi hayatı arasında bağlantılar bularak ondan gasp edilen kadınlığını arıyor.
               Uğultular’ sadece yitip giden kadınların hikâyesi değil, bireyin hikâyesi aslında: İzole köy toplumunun ön yargılarını, despot ailenin bireyin gelişimindeki sarsıcı rolünü, ataerkil toplumda kadın özgürlüğünün nasıl baltalandığını ve bütün bu etkenlerin bireyi nasıl yok ettiğini ustaca işliyor yazar: “Kanatlarının altına ailelerini almış uçamayan kadınlar ve erkeklerdik.”

Gönül Kıvılcım, bu temaları işlerken samimi ve akıcı bir üslup kullanmış. Olan biteni bir rüya gibi anlatıyor, geçmiş ve bugün iç içe geçiyor. Kitabı okurken uzaktan gelen kadın çığlıklarını, uğultuları duyuyor okuyucu. Bu uğultular, toplumsal normlar tarafından kuşatılmış bireye ait. Bu normları aşarak kimliğini bulmaya çalışırken, “Sanki görünmez yasalar var ne zaman mutlu olacağımızı söyleyen” diyor Kader.
                   Bu yazıyı kaleme alırken ben de bir uğultu duydum: Özgecan ve Hande. Biri heteroseksüel, diğeri trans bir kadın. Dolunay ve Melek’ten farkları sadece hayallerinin değil bedenlerinin de yakılmış olması. “Acaba?” diye sordum kendime, bu cinayetlerde toplumun ve hukuki düzenin bir rolü var mıydı? 

Yine de kaybetmemeli umudu, çünkü aralarında Gönül Kıvılcım’ın da bulunduğu kadın yazarların 2015 yılında yayımladığı ‘8 Mart Bildirisi’nde söylendiği gibi: “Bir gün kadın, edebiyat ve yaşam özgür olacak”.

Haber Kaynağım :
UĞULTULAR / Yazar : Gönül Kıvılcım
İletişim Yayınları, 2017

Kadın Hayatlarını Yazmak Sempozyumu

      Yeditepe Üniversitesi Tarih Bölümü, Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı işbirliğiyle 19 – 20 Nisan günleri 9.30- 18.00 saatleri arasında

"Kadın Hayatlarını Yazmak: Oto/Biyografi, Yaşam Anlatıları, Mitler ve Tarih Yazımı" konulu uluslararası sempozyumu Yeditepe Üniversitesi İnan Kıraç Rektörlük binasında düzenliyor.

.
      

   Sempozyuma ABD, Almanya, Avustralya, Avusturya, Azerbaycan, Brezilya, Çekoslovakya, Fas, Fransa, Gana, Güney Afrika, Gürcistan, Hindistan, Hollanda, İngiltere, İran, İrlanda, İskoçya, İspanya, İsrail, İsveç, İtalya, İzlanda, Kamerun, Kanada, Litvanya, Macaristan’ın da olduğu 5 kıtadan yaklaşık 200 araştırmacı katılacak.

Katılımcılar, "kadın hayatlarını yazmak" alanında yaptıkları çalışmaları, yeniden gün ışığına çıkardıkları kadınları, birbirinden ilginç yaşam deneyimlerini paylaşacak.

.
    

    Sempozyum da tarihi kadın karakterlerin edebi, sanatsal ve bilimsel metinlerde kaleme alınışı; feminist/kadın oto/biyografik yazını; kadın tarihi yazımında teori ve yöntem; tarih yazımı ve yaşam anlatıları yazımında etik; küresel, ulusal ve bölgesel ölçekteki kadın-merkezli mitolojiler; feminist/kadın anı-hatıratında yer alan erkekler de dahil olmak üzere çok geniş ve disiplinlerarası kadın hayatları yazımı alanından bildiriler sunulacak.

Etkinlik kapsamında yüzyılı aşan bir süreç boyunca kadınlarla ilgili Türkiye'de yazılmış, biyografi, otobiyografi ve anı kitap kapaklarından oluşan Reha İsvan'dan, Fatma Aliye'ye, Duygu Asena'dan Nüzhet Gökdoğan'a kadar uzanan 100 kadının kitap kapaklarındaki fotoğrafları sergilenecek.


     Açılışı Yeditepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nurcan Baç, Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Feroz Ahmad, Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı  Başkanı Doç. Dr. Işıl Baş’ın yapacakları sempozyumun Açış konuşması’nı “Kadın Otobiyografilerini Okumak ve Yazmak: Farklılık Fark Yaratır” başlığıyla İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Fatmagül Berktay yaptı.

Haber Kaynağım : 
Cumhuriyet gazetesi muhabiri Fırat Aşık haberidir.
http://www.cumhuriyet.com.tr/

Edebiyatın "En İyi 10 Şeytan"ı

           İster Lucifer ister İblis isterse düşmüş melek veya deccal olarak adlandırın, Şeytan’ın edebiyatla uzun ve verimli bir ilişkisi vardır.

İşte onun edebiyattaki en iyi on tasviri.

Cehennem, Dante Alighieri

İnsanların size ne zaman bir şeylerden yakınacağını bilir ve daha da beteri olabileceğini düşünmeye devam edersiniz ama bir yandan da bununla kıyaslayacak zekice bir şeyler bulmaya çalışırsınız değil mi? 

.
       

“En azından ölü bir şairin eşliğinde Şeytan ve onun bir yandan gözyaşı dökerken bir yandan da ağzında Brutus, Cassius ve Yehuda’yı çiğneyen yarı buza gömülmüş üç yüzüyle karşı karşı geleceğin cehenneme inmiyorsun,” diyebilirsiniz örneğin.

Ruhunuzu daha da karartmanın düşünülebileceğiniz en dehşetengiz ve Hades’te bir yolculuğu sona erdirmenin tek uygun biçimidir bu.

Kayıp Cennet, John Milton

Milton’ın 17’nci yüzyıla ait epik şiiri “Cehennemde hüküm sürmenin Cennette hizmet etmekten evla” olduğunu her daim bilen karizmatik ve neredeyse sempatik bir Şeytan portresi çizer.

Faust, Johann Wolfgang von Goethe

Faust, kuşkusuz Goethe’nin oyununun öncesine ait bir Alman efsanesidir ve İncil’de geçen Eyüp meselini andırır ancak dalavereci Mefistofeles bütünüyle sempatik olmasa da muhtemelen Dante’nin gördüğü korkunç canavardan çok daha uygun bir eşlikçi olurdu.

Âşık Şeytan, Jacques Cazotte

1772’de yayımlanan bu hikâyede Şeytan bir adama âşık olur ve onu cezbetmek için kadın kılığına girer.

Öykü, kimilerince fantezi türünün ilk örneklerinden biri olarak görülür. 
.
        

Şeytana Dualar, Charles Baudelaire

      Şeytan, Kötülük Çiçekleri’nin bir parçası olan bu şiirde fiilen görünmese bile Şeytana Dualar gibi cüretkâr bir şiir ancak Baudelaire gibi sapkın bir egsantrik tarafından kaleme alınabilirdi.
.
       

Gizemli Yabancı, Mark Twain

       Mark Twain’in Amerikan taşra kültürüne ilişkin eğlenceli hikâyeler yazdığını düşünerek büyüdükten sonra onun son roman girişimini okursunuz ve yazarın insan ırkına karşı nasıl bir horgörü beslediğini, Huckleberry Finn’in yazarının ne denli karanlık yollara sapabildiğini fark edersiniz.

.
         
Usta ve Margarita, Mikhail Bulgakov

     Heybetli konuşan kedi Behemoth’la takılmasaydı da Woland’ın hayranı olurduk, ama Rolling Stones’un en büyük şarkılarından birine ilham vermiş olması onu sevmemiz için yeterli bir neden.
.
        

Şeytan, William Peter Blatty

      Film versiyonu, 1949’da meydana gelen bir olaya dayalı özgün romandan daha ürkütücü olsa bile kitapta tasvir edilen iblis de ruh halinizi fena halde altüst etmeye yeterli.

.
        

Sandman, Neil Gaiman

      En büyük çizgi romanlardan biri olan bu kitap, içindeki küçük şeytan olmaksızın aynı güce sahip olabilir miydi?

Gaiman bu mükemmel eserinde Milton’ın Şeytan’ıyla aynı hamurdan yoğrulmuş tatlı dilli ve şirin bir iblis sunuyor bize.

Mahşer, Stephen King


    Randall Flag, King hiçbir zaman açıkça ifade etmemiş olsa bile insanlığın çoğunluğu yok olduktan sonra iyilikle savaşan Şeytan’ın kişileştirilmiş halidir. 

King’in Yeni Ahit’le ilgili bir şeylerden yola çıktığını varsayıyoruz.

Haber Kaynağım :
(Flavorwire.com’dan çeviren Tanju Günseren)
http://www.radikal.com.tr/

İran'da kadın olmak!

Yazar Zeynep Heyzen Ateş İran'da kadın yazar olmanın zorluklarını edebiyathaber.com'a yazdı.

Katıldığı 'kadın yazarlar' toplantısında yaşadıklarını anlatan yazar İran'da yaşayan kadınların hayatlarını bir kez daha gözler önüne serdi.

İşte Ateş'in o yazısı...

.
        

İran Yayıncılar Birliği, Frankfurt Kitap Fuarı kapsamında bir dizi panel düzenledi.

Bu panellerden en ilginç olan “İranlı Kadın Yazarlar” teması çerçevesinde düzenlendi.

Bir toplantım olduğundan panelin başlangıcını kaçırdım, alana geldiğimde gördüğüm manzaraysa 3 erkek, 2 kadındı. Erkek konuşuyordu.


Gönül ister ki herhangi bir ülkenin kadın yazarlar panelindeki kadın yazarların sayısı erkeklerden fazla olsun.

Ama durum göründüğünden daha da vahimmiş, kadınlardan biri yazar değil, Nahid Tabatabaei adlı kadın yazarın çevirmeniymiş…

Ayrıca bir yorum yapmıyorum. 

Aşağıdakiler İran’da toplamda yirmi küsur kadın yazarın olduğunu öğrendiğim panelde aldığım notlar.

Erkek konuşmacılar:

Kadın yazarlarımız yüzlerce yıllık kültürel baskı altında eziliyor.

Ama bu mücadelenin onlara zarardan çok yararı var, yaşadıkları zorluklar yapıtlarına yansıyor, yapıtlara evrensellik kazandırıyor.

Kadınlar her yerde toplumda var olmak mücadele ediyorlar. 

İran edebiyatına baktığınızda güçlü kadınların seslerini duyuyorsunuz. 

(…) Kadın yazarlarımızın sayısı az olmakla beraber pek çok erkek yazardan iyidirler, çünkü aşmaları gereken engeller daha fazladır.

Şovenist toplumla mücadele, kadın yazarların kalemini, sesini güçlendiriyor.

Toplumda kadına yönelik şiddet, intihar ve yaşlanmak gibi karamsar konular kadın yazarların en sık işledikleri temalar.

Kadın yazarlarımızın öykülerine baktığınızda çağdaşları olan diğer kadın yazarlar kadar, hatta daha iyi olduklarını görürsünüz çünkü bütün zekâlarını kullanmak zorundadırlar!

Kadın yazarlarımız evrensel bir dil kullanmaya özen gösterir. 

Verilen mesaj kadınları konu alsa da, insan haklarına dairdir.

Ara not/gözlem: 

İranlı kadın yazar ne masadaki diğer erkeklerle ne de dinleyicilerle konuşuyor.

Sadece yanındaki çevirmen kızla muhatap oluyor.

Erkek konuşmacılar çoğu panelde olduğu gibi birbirlerine laf atıyorlar ama kadınla veya çevirmen kızla hiçbiri arasında doğrudan bir iletişim yok.

Dinleyici sorusu: 

Köylü kadınların yazar olma şansı var mı? Kadın yazarların hepsi şehirli mi?
.
            

İranlı kadın yazarın çevirmeni: 

İran içindeki kadın yazarlardan mı bahsediyorsunuz?

(“Evet.” Sonra yazara soruyu çevirip yanıtı alıyor ve dinleyiciye aktarıyor.)

Köylü kadınlar yazabilir ama şehre gitmeden yazamazlar. Yazmak eğitimli insanların işidir.

Bu eğitimi aldıklarında elbette köydeki deneyimlerinden bahsedebilirler.

Dinleyici sorusu: 

Kadın yazarların İran’daki geçmişi nedir? 

Yüz yıl önce kadın yazar var mıydı?

Yanıt: 

İran’ın geçmişine baktığımızda çok az kadın yazarın meşhur olabildiğini görürüz.

Erkek konuşmacı sözü devralıyor: 


 İslam devriminden önce kadın yazarların hepsi zengin ailelerdendi; geçimlerini yazarak kazanmıyorlardı.

Şimdiki kadın yazarlar kendilerini keşfetmek, kendilerini bulmak için yazıyor. 

20 kadar kadın yazar var. (İran’da yaşayan.)

Ara not/gözlem 2: 


Kadın yazarın ayağının dibindeki çanta –masanın altı boş olduğundan görebiliyoruz- Prada, +-3000 euro.

Dinleyici sorusu: 

Ülkenin geçmişinde ve kültüründe örnek alınabilecek kadın yazarlar yoksa İranlı kadın yazarlar kimi örnek alıyor?

Erkek yazar: 

İslam devriminden sonra sosyal değerler değişti. 

Kadınlar toplumdaki yerlerini sorgulamaya başladı. Edebiyatı besleyen budur.
         
Gazelle-Agency yetkilisi (masadaki erkeklerden solda olan)

 Panel bitmeden önceki sohbetlerde gündeme gelen bir konuya açıklık getirmek istiyorum. 
.
        

Telif hakları kanunu İran’da var mı diye sormuşlardı. 

Telif kanunu İran’da çok katıdır.

Korsana karşı ciddi önlemler alınmıştır ve intihal hapisle dahi sonuçlanabilir.

Ama İran uluslararası telif kanununu kabul etmedi. 

Yabancı yayıncılara sizin bastığınız kitabın çevirisini başkası basmaz diye bir güvence vermek zor. 

Her eserin korsanı yapılabilir.

Haber Kaynağım :
edebiyathaber.net sitesi köşe yazarı Zeynep Heyzen Ateş haberidir.
http://haber.gazetevatan.com/

Türk Romanında ‘Kadın Özgürlüğü’


Tanzimat dönemi romanları ile Servetifünûn dönemi romanları arasındaki en belirgin fark, ilkinde erkek karakterlerin, ikincisinde ise kadın karakterlerin öne çıkmasıdır.

Gerçekten de Tanzimat romanlarında, mesela Recaizâde’nin ‘Araba Sevdası’nda Bihruz, Ahmet Mithat Efendi’nin ‘Felâtun Bey ile Rakım Efendi’sinde bu iki karakter, Namık Kemal’in ‘İntibâh’ında Ali Bey vd. … 


Romanların birincil kimlikleridir ve romanlar onlar üzerinden modernliğin alafranga züppelik üzerinden okunma sürecini inşa ederler.

Bu, elbette Tanzimat romanlarında kadın karakterlerin bulunmadığı anlamına gelmiyor. 

Mehpeyker, Dilâşub, Cânân, Polin ve ötekiler, sadece erkek karakterlerin kimliklerinin belirlenmesi sürecinde bir işleve, kısaca ikincil bir konuma sahiptirler. 

Güzin Dino, ‘Türk Romanının Doğuşu’nda Namık Kemal’in ‘İntibâh’ındaki Mehpeyker’den söz ederken, 

“Ali Bey’in serüveninin bütün olguları, Mehpeyker’in psikolojisinin önde gelen iki ögesine oranla gelişir: 
Sevdası ve kıskançlığı” der.

Tanzimat romanında evlilik müessesesi değil, cinsellik üzerinden cariyelik, metreslik, mürebbiyelik ilişkileri sorunsallaştırılmış gibi görünüyor. 

Cariyelik (Canan, Dilaşub), cinsel ilişkinin özel alanda evlilik dışı meşruiyetini mümkün kılan bir kurumdur; metresler genelde hafifmeşrep kadınlar; mürebbiyeler ise Müslüman olmayan yabancı kadınlardır.

Evlilik kurumunun sorunsallaşması, Servetifünûn romanıyla birlikte mümkün olur. 

Haremle Selamlık arasındaki mahremiyet sınırı ortadan kalkmış, evli kadınlar eşlerinin dışında öteki erkeklerle aynı mekânda (Selamlık’tan Salon’a dönüşen mekânda) bulunmaya başlamışlardır. 

Deyiş yerindeyse, ev içinde bir ‘kamusal alan’ sözkonusudur artık. 

Mehmet Rauf’un ‘Eylül’ romanında Suat, eşi Süreyya’nın yanı sıra, Necip’le bir arada bulunur, müzik dinleyip, dinledikleri parçalar üzerine konuşurlar.

Modernleşmenin kadının özgürlüğü konusunda ortaya çıkardığı mesele, işte tastamam buraya, evli kadının, eşinin dışında birtakım erkeklerle aynı mekânda bulunmasına ilişkindir. 

Evli kadının, öteki erkekler tarafından cinsel kimliğiyle mi, yoksa entelektüel kimliği ile mi alımlandığı, özgürlük bağlamında sorunsallaştırılır. 

‘Aşk-ı Memnû’da Bihter’in öteki erkekle (Behlül), cinsel kimliğiyle; ‘Eylül’de Suat’ın öteki erkekle (Necip) entelektüel kimliğiyle bir aradalığı, kadın özgürlüğünü sorunlu kılar.

Sorun, modernleşmeyle birlikte, (evli) kadının biyolojik (cinsel) kimliğiyle mi, yoksa toplumsal (gender) kimliği ile mi özgürleşmesinin meşruiyet kazanıyor olduğudur. 

Eylül’e gelinceye kadar, Türk romanında kadının entelektüel kimliği (kitap okuması, piyano çalması), onun cinsel kimliğiyle iffetli oluşuna bağımlı kılınmıştır. 

Entelektüel kimliğinin cinsel kimliğinden özgürleşerek meşruiyet kazanması ise, ‘Eylül’ romanında Suat’ta görülür. 

Ama bu özgürleşme, toplumsal cinsiyetin belirlediği bir özgürleşme değildir.

Öte yandan, romanın sonunda Suat’ın bir yangında ölümü, bu ‘özgürleşme’nin onaylanmadığı anlamına gelmiyor mu, diye sorulabilir. 

Burada da genelde yorumlandığı gibi, yangının bir cezalandırma olarak okunmasının söz konusu olabileceğidir. 

Nitekim ‘Aşk-ı Memnû’da Bihter’in intiharı, bir zina durumunun cezalandırılması biçiminde okunmuştur. 

Öyleyse, Suat’ın ölümü, onun entelektüel kimliğiyle öteki bir erkekle birlikte oluşunun cezalandırılması anlamına gelir mi?

Haber Kaynağım :
Zaman gazetesi köşe yazarı Hilmi Yavuz makalesidir.
h.yavuz@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/

“Çünkü”süz aşk....


 
Bir adama her sabah yeniden aşık olmakla, her gece başını yastığa koyduğunda o adamdan  daha da uzaklaştığını hissetmek  arasında mantık olarak çok da uzak bir mesafe yok aslında...

İlişkinin önündeki tüm zorlukları umursamadan bir arada olmakla, hiçbir zorluk olmamasına rağmen pamuk ipliğine bağlı bir arada olmak arasında da bir fark yok.

Bir bakışla onun sıcağını hissetmek ya da tek bir sözle donarcasına üşümek...

Aradan geçen yıllara rağmen onun neleri sevdiğini unutmamak  ya da onun neyi sevmediğini hiçbir zaman  fark edememek...

Onun hoşuna gidebilecek  filmleri, kitapları tahmin edebilmekle;  onu etkileyen sahneleri ya da satırları bilmemek...

Ona sarılınca her şey tammış gibi hissetmekle, o yokken hiçbir şey  eksilmemiş gibi hissetmek arasında da pek bir mesafe  farkı  yok aslında... 

Aynı nehrin iki farklı kıyısında olmak gibi...

Mesafesi  farksız  ama uçurum derinliğinde...

Eğer sadece kimya meselesi ise bu aşk dedikleri,

Mutluluktan ağlamakla üzüntüden gözyaşı dökmek...

Kalbin heyecandan atmasıyla, sinirden sıkışması da aynı...

Hiçbir fark yok  var olmakla  yok olmak arasında...


Hiçbir fark yok beynin "sıradan" olanla "özel" olanın sınırını kimya ile bozup insanı  kandırmacasından başka.

Kimyası bol olan değil de "Çünkü"sü, "Neden"i olan aşklar yaşanası gelir bana...

Gözü kör olan aşk değil de, gözü her daim açık olan "aşk" mesela...

Bir adamı neden sevdiğimi her gün sorarım kendime...

Her yeni gün sorgularım ona neden hayran olduğumu...

Onu neden istediğimi...

Onu neden sevdiğimi...

Onun yanında neden kendimi iyi hissettiğimi

Neden onu seçtiğimi...

"Çünkü" diye kendi içimde cevaplar verdiğimde gülümsemek hoşuma gider..

Kalmak ve gitmek arasındaki ince çizgide durur o "çünkü"ler...

Herkesin tarifi, şifresi farklı  elbet

Ama karşılıksız, beklentisiz, nedensiz  ve hatta  "Çünkü"süz aşk?

Belki de  aşkların en imkansızı...

Haber Kaynağım :
Milliyet Blog yazarı Senem Tekinkoca makalesidir.
http://blog.radikal.com.tr/Blog/senem-tekinkoca
http://blog.radikal.com.tr/

Otuzunda kadın olmak...

 
Bir kadının en güzel yaşı ne zamandır diye sormuştum bir gün anneme.

Hiç tereddüt etmeden onsekiz  demişti...

Gülümsemiştim.

Sonra aynı soruyu hayatımdaki birçok kadına sordum...

Kimi için yirmili yaşlar, kimi için otuzlar , kimi için atmışlar şahaneydi...

O zaman anladım  kadın olmanın hiçbir zaman  bir yaşının olmayacağını....

Ve  ancak bir kadının hayatının miladı sayılabilecek  özel  anların,  bir kadının en güzel yaşı olduğunu....

Kendi hayatımda ne kadar yol aldım bilmiyorum.

Yolun  başını sonunu bilmediğimden ve bana biçilen hayatın neresinde durduğumu kestiremediğimden....

Yaş konusunda  büyük cümleler kuramıyorum haliyle.

Ama  kendimle konuşur gibi itiraf etmem gerekirse; çok sevdim otuzlarda  olmayı...

Otuzlar daha kadın gibi hissettiriyor...

Daha olgun...

Daha güçlü...

Farkındalıkları artıyor bir kere insanın.

Eskiden hayatımda neyi "istemediğimi" çok iyi bildiğimi sanırdım.

Şimdi neleri sevebileceğimi,  nelerden keyif aldığımı ve neyi "istediğimi " keşfediyorum.

Hazine kutusunun kapağını aralamak ya da gizli bir odaya girmek gibi...

“Keşif”...  

Sevdiğim yaşın tılsımlı tarafı...

 Hayatımıza bir şekilde giren  yargıları, doğru ve yanlışları, sevap ve günahları, başka hayatlara ait fazlalıkları, kalabalıkları yeni bir yaşın virajından dönerken savurup atıyor olmak  güzel. 

Mesela ben  otuzumda hafiflemiş hissettim kendimi...

Mümkün olduğunca masa başında daha az çalışıp aileme daha fazla vakit ayırmaya çalışıyorum.

Üşenmeden sabah beş gibi penceremi açıp odama giren tertemiz sabah kokusuyla yeniden uykuya dalıyorum.

On aylık yiğenim Hazel’le vakit geçirmek için dışarda daha az zaman harcıyorum.

Dolabımda eskisinden daha az giysi var.

Hayatımda daha az insan...
Zaman hırsızı olan hiçbir şeyi hayatımda tutmamaya çalışıyorum.

İstemediğim şeylere “hayır” diyebilmek kadar "ben bunu istiyorum" diyebilmekte iyi geldi bana...

Güçlendiğim kadar zayıflıklarımı farkedebilmek....

Kıymet bilmek ama eyvallah etmemek  de iyi hissettirdi....

Zaaflarımı kabul edebilmekte...

Hırslarımın yerini tarif edemeyeceğim daha sessiz, daha dingin birşey aldı.

Peki iyi  gelmeyen şeyler yok mu...

Elbette var.

Korkularım arttı mesela...

Endişelerimde...

Mutluluklarım ve mutsuzluklarım arasındaki mesafe daraldı sanki.

Ama yine de ....

Sevdim ben otuzunda bir kadın olmayı...

Haber Kaynağım :
Milliyet Blog yazarı Senem Tekinkoca makalesidir.
http://blog.radikal.com.tr/Blog/senem-tekinkoca
http://blog.radikal.com.tr/

ilk üç dakikayı aşan bir kadın olabilmek...


“Kadınları güzel yapan Tanrı, sevimli yapan Şeytandır.”

Victor Hugo dünya barışını ve adaletini sağlayacak söylemlerde bulunurken,

Erica Jong ise kadını yüceltmişti: 

“ Birçok akıllı adamı aptal kadınla görebilirsiniz: Ama akıllı bir kadını aptal bir adamla göremezsiniz.”

Erica Jong ve Victor Hugo arasında aklım düşünsel yol alırken beş senedir tanıdığım filozof, aynı zamanda tarihçi bir dostumda düşünce kervanıma katılmıştı.

Ona sordum:

"Kadınları nasıl bilir, nasıl tanımlarsın?" diye...

O gözlerini hafiften kısıp, yanıtladı:

"Kadınları ikiye ayırırım: Yatağımı süsleyen, aklımı oyalayan!"

İçimden "ukala" diye geçirsem de merakımı dizginleyememiştim:

"Peki, bunu nasıl anlarsın?"

Cebinden sarma tütün tabakasını çıkartıp, kendi sardığı filtresiz sigaralardan birini dudaklarına yerleştirip yaktı.

Sarma tütünü derince ciğerlerine soluyup, her iki burun deliğinden çıkan beyaz dumanları bir boğanın soluğuna benzetmiştim.

Sabırla beklerken bakışları bakışlarımla buluşunca soruma yanıt verdi:

“İlk kez tanıştığım bir kadına ilk üç dakika cinsel iştahla bakarım: Üç dakikayı aştı mı o kadının sadece ve sadece aklına bakarım,” demez mi?

Hemcinslerim hakkındaki bu kişilik tespiti bana çok ilginç gelmişti:

"İlk üç dakika sonrasını aşan kadınlar sizce akıllı mı?"
diye sormuştum...

"Onların aklından ziyade zekâlarına hayranlık duyarım: yaşamımda ilk üç dakikayı aşan kadın sayısı çok azdır."

Merakım daha da artmıştı:

"Üç dakika öncesi ve üç dakika sonrası kadınlara nasıl değer biçersiniz?"

Verdiği yanıt beni susturmaya ve düşünmeye yöneltmişti...

"İlk üç dakikada kalanlarla sevişir, son üç dakikadakilerle dostça kahve içer, söyleşirim."


Aklıma karısıyla geçinemeyen Sokrates’in kadınlarla ilgili bir söylemi gelmişti:

“ Karısı güzel olan adam mutlu olur. Güzel olmayan ise filozof.”

Sonra da Freud’un şaşkın hali gözlerime düştü:

“Kadın ruhu konusunda otuz yılı aşkın çalışmalarıma karşın, yanıtlamayı başaramadığım bir soru var. Kadın ne ister? “


Aslında bir kadın erkeğin gönlünü silahsız tutsak edecek derecede zarif olmalı, aklını da zincirlere vurmadan zekâsıyla bağlamalıdır, diye düşünürken tarihçi yazar dostum düşüncelerimin arasına sızıvermişti:

“Heyy, fazla derinlere gitme!.. Üç dakikayı aşanlardan biri de sensin!”

“Bak sennn..! Demek o ilk üç dakikada gözlerin bana farklı bakıyormuş. Hay Allah, nasıl da bunu anlamamışım?”

Dostumla söyleşimiz Ortadoğu’ya doğru yol almadan önce gönlümdeki dost döşeğine usulca yerleşmişti:

“İşte en sevdiğim yanın da bu: masum doğal halinle kendine güvenli duruşun dişil yanını örtüyor.

Gülüşünle nezaketinle zekânı gizliyorsun.”


“Şimdi de bana kur mu yapıyorsunuz beyefendi?” diye esprili konuşmuş, hafiften kızaran yanaklarımı saklamaya çalışmıştım.

“Aman efendim sana kur yapmak mı! T.Fikret yaşasaydı herhalde senden kaçardı.”

Dudaklarımın ardında bastırdığım kahkahamı zor zapdetmiştim:

“Aa, o nedenmiş? Dikkat et, az önceki sözlerinle çelişiyorsun! Hem neden kaçarmış benden?”

“O kadın, deniz gibidir: Güvenmek olmaz! Diyenlerdenmiş.”

“Doğru… Özellikle fırtınalı bir deniz, yüzme bilmeyenleri çok korkutur!” dediğimi filozof dostumun da “ Zekice bir yanıttı,” dediğini bugün bile anımsarım.

Yaşam arenasında kimi zaman biz kadınlar, ister istemez sosyal maskelerimizi takarız.

Acaba doğamız gereği midir bu halimiz?

Hani kendini börtü böcekten korumak isteyen, çiçeği harika açmış dikenli kaktüsler gibi…

Belki de ilk üç dakikayı aşmayı başaran bir kadın olabilmenin mutlu halleri...

Her neyse ney işte...

Bana göre kadın kadın gibi olmalı, erkek erkek gibi...

Sevgiyle kalın...

Haber Kaynağım :
Milliyet Blog Yazarı Emine Pişiren makalesidir.
http://blog.milliyet.com.tr/edebiyatgalerisi
http://blog.milliyet.com.tr/

Arapların ünlü kadın Şairi Hansa Cüşem Kabile Reisi'nin evlenme teklifine nasıl cevap verdi ?

        Arapların arasında iyi şiirler yazarak ünlenen Hansa'nın hikayesi çok ilginçtir.

Hansa hatun kendisi ile evlenmek isteyen bir kabile Reisini reddederek onunla evlenmez.

Hatta o kabile ve kendisini isteyen başka kabileler ile ilgili olarak, onları yeren şiirlerde yazar.

Sadece toplumlarda ölenler için şiir okurmuş kadınlar. Onun dışında da bu sanata karıştırılmazlarmış.

Hansa hatun,Güzelliği, zekası ve zerafetiyle herkesin dikkatini çekmiştir.

Araplat arasında kadınların şiir yazmaları biraz zor olduğu dönemlerde, hansa bununla meşhur olmulştur.

el Hansa İslam’dan once varlıklı ve nüfuzlu bir ailede yetişen Hansa, güzelliği, zekası ve zerafetiyle toplumunda dikkatleri üstüne çekiyordu.

Başta Cüşem kabilesi reisi ve aynı zamanda şair olan Düreyd, Hansayla evlenmek istedi.

Hatta o sıralarda, Hansa ile evlenmek isteyen başkaları da  vardı.

Ama Hnasa hiç biri ile evlenmek istemedi.  

Düreyd’i yaşlı bulan ve onu küçümseyici şiirle yazan Hansa bir başka kabile reisini red edişini ve gönlünün bir amcazadede oluşunu kaleme aldığı “Raiyye”siyle çok meşhur oldu.

Onu meşhur eden şiiri , bu kabile Reisini çok da mutlu etmedi ne  yazık ki...

İslam’dan sonra katıldığı savaşlarda gördüğü kahramanlık sahnelerini kadın duygusallığı ile ve sade bir dille anlatmıştır.

Özellikle kardeşlerinin ölümünden duyduğu acıyla yazdığı şiirdeki gözyaşı tasvirleriyle adeta mersiye türünün sembolü olmuştur.

Kardeşinin ölümü ile çok sarsılan Hansa bu olaydan sonra daha da duygusallaşmıştır.

Süleym kabilesinden biri ile evlenmiş ve 1 oğlu olmuş. Ama daha sonra o ölünce kendi kabilesinden biriyle evlenerek, 3 çocuk sahibi daha olmuştur.

Şiire ilgi duyanlar erkeklerden ibaret değildi. Eski Arap cemiyetinde kabile savaşlarında ölenlerin ardından ağlayan, mersiyeler okuyan, ölenlerin yakınlarını intikama teşvik etmek amacıyla şiirler söyleyen kadın şairler de vardı.

Tabii İslâm’la müşerref olan hanımlar, şiir okuma biçimini de zamanla değiştirmişti.

Çünkü Gönüller Sultanı (sallallahu aleyhi ve sellem), şairlerin şiirleriyle dine hizmet etmelerini istemişti.

Elemini, derin kederini şairlik ustalığıyla ortaya koymuştur.

Şiirlerinin çoğunu kardeşi Sahr için söylediği mersiyelerle dolu divanı günümüze kadar gelmiştir.

4 oğlunu da şehit veren Hansa, gerçekten de anlatılmaya değer bir şairdir...

Birçok baskısı olan divanı V.de Coppier Fransızca’ya (Beyrut 1889), G. Gabrielli de İtalyanca’ya (Florence 1899, Roma, 1944) çevrilmiştir.

Haber Kaynağım :
http://www.kadinhaberleri.com/

Ben dedi kadın...


İşi nedeniyle kısa bir süreliğine doğunun güzel bir ilinde bulunuyordu Mehmet.

Orta yaşlarda, uzun boylu, zamanından evvel ağarmış saçları ve yeşil gözleriyle karizmatik bir yapısı vardı.

İnşaat mühendisiydi. O gün şantiyede yorucu bir gün geçirmişlerdi.

İş arkadaşları da konuklarını dinlendirip, eğlendirmek üzere aralarında bir plan yapmışlardı.

Mehmet her ne kadar yorgunum dese de, itirazlarını kabul ettiremedi ve onlarla birlikte daha önceden planlanan bara gitti.

Yemek için bir şeyler sipariş ettiler ve yanında da olmazsa olmazıydı aslan sütü. Başka türlü nasıl çıkardı bu yorgunluk.

Neşe ile yiyip içerken masalarına genç bir kadın geldi. Yirmi, yirmi beş yaşlarında var yok.

Uzun boyu, siyah saçları ve zümrüt gözleriyle adeta bir afeti devrandı. İşveli ve cilveliydi konuşmaları. Bir sandalye de onun için ilave edildi masaya.

Kadın, işinin hakkını vermek için elinden geleni yapıyordu. Şuh kahkahalar atıyordu insanın içini kaynatan.

Bir ara Mehmet'e takıldı gözleri. Siz dedi, buralardan birine benzemiyorsunuz, nereden geldiniz?...

O ana kadar onunla pek ilgilenmeyen Mehmet döndü ve İzmir'den geldim dedi. Pekâlâ, İzmirli misiniz dedi.

Hayır dedi Mehmet, aslen Mersinliyim. Öyle mi, dedi kadın ve ekledi, ben de Mersinliyim. Mersin'in neresinden diye sordu.

Mut dedi Mehmet. Ben de ama ben Alaçam Köyü'ndenim dedi kadın. Bu kez Mehmet, ben de aynı köydenim, siz kimlerdensiniz diye sordu?

Kadın heyecandan titremeye başlamıştı. Gözlerinde yaşlar birikmeye başladı. Ben dedi kadın, ben Topal Ahmet'in kızıyım...

Şaşırma sırası Mehmet'teydi. Ne söyleyeceğini bilemedi bir an. Yüreğine sanki bir taş gelip oturmuştu.

Baban benim çocukluk arkadaşımdı diyebildi. Kadın gözyaşları arasında ellerine sarıldığında, bir an geçmişe sürüklendi.

Köyün otlağında çocuklar toplanmıştı. Aralarında koşu yapmaya karar vermişlerdi. Topal Ahmet de oradaydı. Yarış başlamıştı.

Tüm çocuklar hızla ileriye atılırken Topal Ahmet  yavaş yavaş ama azimle ilerliyordu. Mehmet durumu fark edince durdu ve onun kendisine yetişmesini bekledi.

Birlikte girdiler final çizgisine. Onu yalnız bırakmak istememişti Mehmet. Hem duvar komşuları, hem de iyi bir arkadaşıydı Topal Ahmet.

Yıllar geçmişti aradan ve yolları ayrılmıştı. 

Uzun yıllar haberini alamadı Mehmet arkadaşının.

Sonra duydu ki, karıştığı bazı karanlık işler nedeniyle vurularak öldürülmüştü.

Demek, şu anda masasına gelen ve kendilerini eğlendirmek isteyen bu genç kadın, arkadaşı Ahmet'in kızıydı.

Düşüncelerinden sıyrılıp baktığında, genç ve güzel kadın hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. 

Mehmet, saçlarını okşadı kadının.

Hadi kızım, kalk git ve yüzünü yıka. 

Vee.. bir daha dönme bu masaya ne olur dedi.

Kadın kalkıp giderken arkadaşları şaşkın, Mehmet'in gözlerinde ise yağmur bulutları oynaşıyordu.

Kalktı ve hemen gidelim dedi, daha fazla kalamayacağım...

Haber Kaynağım :
Milliyet Blog yazarı Ayşegül HAYVAR makalesidir.
http://blog.milliyet.com.tr/aysegulhayvar
http://blog.milliyet.com.tr/

Bir kadın kendini astı. ( Bölüm 2 )

 
Ragibe'nın sokakta en iyi arkadaşı kendi yaşında olan Ahmet'ti.

Karakolun karşısındaki evde oturan Şükriye Hanımın dört çocuğundan en küçüğü olan Ahmet gamzeleri, her zaman gülen ışıltılı gözleri ile çok sempatik bir çocuktu.

Kendisinden yaşça büyük ağabeyi ve ablaları ona oyunlarında pek eşlik edemiyorlardı.

Ragibe ona çok iyi bir oyun arkadaşı olmuştu. 

Annesi Şükriye hanım da bu arkadaşlıktan çok mutlu idi.

Şükriye Hanım 30 lu yaşlarının sonlarında genç , sağlıklı ve güzel bir kadındı.

Bir kaç yıl önce dört çocuğunun babası olan eşini kaybetmişti. 

Eşi kendisinden oldukça büyüktü.

Komiser karşıdaki evde oturan Şükriye Hanımın yaşam hikayesini ilk duyduğunda  bu genç ve güzel kadına acımıştı.

O kadıncağızın da kaderini kendi kaderine benzetmişti. 

O da kendisi gibi genç yaşında çocukları ile yanlız kalmış ve yaşam mücadelesi veriyordu.

Genç kadının durumu kendi durumundan daha zordu. 

Zira Komiserin bir aylığı, işi vardı.

Acaba Şükriye hanım nasıl geçiniyordu. 

Sonraki günlerde Şükriye Hanım ve çocuklarının geçimini ölen eşinin zengin bir aile ferdinin yüklendiğini öğrenecekti.

Ahmet'le Ragibe havalar güzelken sokakta oynuyorlardı. Havalar soğumaya başlayınca Şükriye Hanım çocukları eve almış, onları gözünün önünden ayırmıyordu.

Ragibe artık Ahmet'lerin aile fertlerine dahilı olmuş gibi idi.

Sabah Komiser Karakola gelirken Ragibe'yı Ahmet'lere bırakıyor, akşam iş çıkışı da alıyordu.

Bu çocuk alıp vermeler de Komiser ile Şükriye Hanım minik sohbetler yapıyorlardı. 

Bu sohbetler ikisini daha da yaklaştırmıştı.

Günler geçtikçe Komiserin yanlızlık canına tak etmeye başlamıştı. 

Acaba Şükriye Hanım onun eşi olmayı düşünürmüydü. 

Gerçi dört çocuk Şükriye Hanım'da, iki çocuk kendisinde oldukça kalabalık bir aile olacaklardı.

Onun mütevazi Komiser maaşı ile geçinmeleri çok zor olabilirdi. Ama yanlızlık da çok zordu.

Komiser bu düşünecelerle günler, aylar geçirdi. 

Günlerden bir akşam Ragibe'yı almaya gittiğinde bu hafta sonu Şükriye Hanımı hafta sonunda çay bahçesine götürmeyi teklif etti.

Tabii bu çay bahçesi gezisi çocuklarla beraber olacaktı ve sanki çocukları gezdirmek amaçlı yapılıyor gibi gözükecekti çevreye.

Komiserin amacı ise bu çay bahçesi gezisinde çocuklar oynarken bir ara Şükriye Hanımın gelecek ile ilgili planları öğrenmekti.

O hafta sonu gidilen Çay bahçesinde Komiser Şükriye Hanım'ın ölen eşinin üstüne bir daha evliliği hiç düşünmediğini, kendini çocuklarına ve onların yetişmesine adayacağını öğrendiğinde düşündüklerinden çok utandı.

O günden sonra bir daha kafasının içinden bu düşünceleri tamamen çıkarttı. 

O da bundan sonra yaşamını çocuklarına adayacaktı.

O çay bahçesi gezisinden sonar Şükriye Hanım Komisere ağbi dedi. Artık onlar ağbi, kardeş durumunda idiler.

Günler geçti, gitti. Ragıbe okul yaşı gelince Ahmet'le birlikte Kuzguncuk'ta tepedeki ilkokula yazıldı.

İkisi de çok çalışkan öğrencilerdi. 

İlkokul biteceği zaman Komiseri bir düşünce aldı.

Kızı, sevgili Ragibesi orta okulu nerede okuyacaktı. 

Ağbisi ondan once ilkokulu bitirmiş ve şehrin büyük liselerinden birinin ortaokulunda eğitime başlamıştı.

Komiser kızını hangi liseye vereceğini düşünürken Şükriye Hanım'ın büyük kızı ona bir ışık tuttu.

Kız Bağlarbaşı Amerikan Kolejinden mezundu ve öğrendiği İngilizce sayesinde çok iyi bir şirkette dolgun ücretle iş bulmuştu.

Şükriye Hanımın büyük kızının da yol göstermesi ile Komiser kızını Bağlarbaşı Amerikan Kolejine kayıt yaptırdı.

Okul idaresi Komiserin mesleği ve çocuğun annesiz olması sebebiyle okul ücretinde oldukça iyi bir indirim de yapmıştı.

Ragibe Amerikan Kolejinde hazırlık sınıfını çok başarılı geçti. Orta okula başlama günü geldiğinde İngilizce'yi artık rahat okuyup yazabiliyordu.

Onun bu başarısı okul idaresinin verdiği bursun uzatılmasını sağladı.

Ragibe artık Kolejde okuyan çok başarılı bir genç kızdı. Ahmet'le olan arkadaşlıkları da aynı eski günlerdeki gibi devam ediyordu.

Onlar çok iyi iki arkadaştı. Gün geçtikçe güzelleşen, serpilen, büyüyen Ragibe çevrenin de ilgisini çekmeye başlamıştı.

Artık bir genç kız olan Ragibe bir çok delikanlının ve erkek annesinin ideal gelin adayları arasında idi.

Oysa o okumak, Koleji bitirmek, hatta Üniversite okumak istiyordu. Daha evlenmek onun düşüncelerinde yoktu.

Ragibe'nin Kolej mezuniyetini ve daha sonra başına gelecekleri bir sonraki bölümde okuyabilirsiniz.
 
Haber Kaynağım :
Milliyet Blog Yazarı GOKOYA hikayesidir.
http://blog.milliyet.com.tr/benmuzisyenannesiyim
http://blog.milliyet.com.tr/