Din Ahlak Bilgisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Din Ahlak Bilgisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kafir Nedir ? Kimlere Kafir denir?

Bugün sizlerle Kur’an dan bir konuyu birlikte araştırmak ve üzerinde sizleri düşünmeye davet etmek istiyorum.

Bizler eğer Kur’anın zerresini bile zayi etmeden istifade etmek, yararlanmak istiyorsak, Kur’anın 1400 yıl öncesinde insanlara indirilmiş gibi düşünmeden, bizlere peygamberimizin bugün, yeni tebliğ ettiğini düşünerek bakmamız ve Kur’an dan öyle istifade etmeye çalışmamız gerekir.

Çünkü Kur’an Dünya yaşadıkça tüm âleme yaşadıkları sürece, rehber olsun diye indirilmiş bir kitaptır.

Şimdide Kur’an dan araştıracağımız konuya bakalım. 

Kur’an da birçok ayetinde Allah lanetlediği, inkârları sonucu cehennemlik olduklarını belirttiği, inkârcı ve kâfir sözlerini çok kullanır.

Acaba bu sözleri Allah, peygamberini ve gönderdiği Kur’anı tümden inkâr edenler için mi kullanır yalnız Rabbim?

Çünkü gerçekten Kur’anın bu sözlerinden anladığımız kadarıyla, bizleri çok kötü bir sonuca, cehenneme götürdüğünü ayetlerden anlıyoruz.

Yani Rabbim bu sözleri söylediği kişilerin, çok büyük günahlar işlediğini ve bu insanları affetmeyeceğini anlatıyor bizlere.

Allah ı inkâr edenlerin, cehennemde ebedi kalacaklarını ve onları asla bağışlamayacağını, Kur’anın onlarca ayetinde görüyoruz.

Peki, Allah bu sözleri Kur’an da, başka kişiler içinde kullanıyor mu, inkârcı ve kâfir sözlerini, iman ettiği halde yaptığı bazı yanlışlar neticesinde, bu duruma düşen insanlar içinde kullanıyor olabilir mi?

Gelin isterseniz bu çok önemli sorunun cevabını birlikte Kur’andan arayalım.

Acaba farkında olmadan yaptığımız büyük bir yanlış var mı?

Sizlere şimdi hatırlatacağım ayette Allah şeytan için kâfir oldu diyor, ayeti yazalım üzerinde düşünelim.

Bakara 34: Hani biz meleklere (ve cinlere): Âdem'e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.

Lütfen çok iyi düşünelim bu sözleri. Bizler kâfir sözünü Allah ı inkâr edenler için kullanırız genelde.

Dikkat edin şeytan Allah ı ve kitaplarını inkâr etmiyor, tam tersine onun huzurunda onu biliyor, tanıyor fakat Rabbin istediği bir şeyi yerine getirmediği için, büyüklük tasladığından Rabbim şeytan için kâfir sözünü kullanıyor.

Demek ki tek bir konuda bile Kur’anın ayetini görmezden gelsek, onun bir ayetinin bile hükmünün artık olmadığını söylersek, aynı suçu işlemiş olmuyor muyuz dersiniz?

Buradan da anlaşılıyor ki Rabbin Kur’an dan ayetlerinin anlamını değiştiren, Rahmanın vermediği manaları, hükümleri yükleyen, şu ya da bu ayetin artık hükmü yoktur, hükmü kalkmıştır diyerek ayetleri görmezden gelenler, ayetleri gizleyenler içinde Rabbim aynı şeyleri söylüyor.

ONLAR KÂFİRDİRLER DİYOR.

Bu söylediklerime Kur’an dan vereceğim bazı ayet örnekleri açıklık getirmektedir.

Lütfen vereceğim ayetler üzerinde çok dikkatle düşünelim. Hiçbir etki altında kalmadan rabbin ayetlerini anlamaya çalışalım.

Çünkü hesap günü gelmeden alacağımız önlemler, hatalarımızdan vazgeçmemiz sayesinde, kurtuluş reçetemiz olacaktır.

Aşağıdaki ayetin bizlere anlatacak çok ama çok şeyleri var. 

Birazcık düşünene aklını çalıştırana tabiî ki. Bundan sonra vereceğim örnekleri de, yukarıdaki örnek verdiğim ayetin özünde düşünmeye, anlamaya çalışalım.

Bakara 159–160: İndirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz hidayet yolunu gizleyenlere hem Allah hem de bütün lânet ediciler lânet eder. Ancak tövbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar başkadır. Zira ben onların tövbelerini kabul ederim. Ben tövbeyi çokça kabul eden ve çokça esirgeyenim.

Yukarıdaki Rabbin sözlerinden anlaşılıyor ki, iman edenler içinde öyle bir grup insan var ki, Rahmanın tebliğ ettiği apaçık Kur’an ayetleri içinde, hidayetin, doğrunun, güzelin yolunu gizleyenlerin, yani bazı ayetleri örtbas edenlerin olduğunu söylüyor.

Ayetlerin bir kısmına adeta inanmıyorlar. Gerek geleneklerin etkisi, gerek şahsı menfaatler bu yola itiyor insanları. Bugünde aynı şeyler yapılmıyor mu?

Ayetlerin bir kısmının artık hükmü yoktur, onlar nesh edilmiştir dersek, bazı ayetleri gizlemiş, hükmünü kaldırmış olmuyor muyuz?

Bakın burada bütünüyle iman etmeyenden bahsedilmiyor.

İman ettiği halde Kur’an gerçeklerinden bir kısmın ı gizlemeye çalışanlardan bahsediyor.

İşte bu insanlara Allahın lanet etiğini söylüyor. Elbette bundan vazgeçenleri, gerçeği açıkça ortaya koyanları Allah affedeceğini de belirtiyor.

Aşağıda ki ayette Rabbim bakın ne diyor?

Bakara 161: Ancak, ayetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüş olanlar işte, Allah'ın laneti, meleklerin laneti, insanların laneti hep onların üstüne olsun.

Yukarıdaki ayette Allah ayetlerimizi inkâr edenler ve onların kâfir oluşundan bahsediyor. Tabiî ki bu insanların lanetlendiğini de belirtiyor.

Peki, bu insanlar Allah ı, peygamberini, Kur’anı hiç kabul etmeyip inkâr edenler mi?

Kesinlikle hayır. Yukarıda bu ayetin öncesi ayetleri vermiştim, okudunuz. Orada kimler için söylüyordu hatırlayalım. (kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz hidayet yolunu gizleyenlere.)

Demek ki bu insanlar tamamen inkâr edenler değil, tam tersine iman etmiş ama atalarından gelen inançların etkisinde olan, ya da nefislerinin esiri olduğundan dolayı, bazı ayetleri hidayet yolunu gizlemeleri, anlamlarını değiştirmeleri neticesinde, Rabbim söylüyor bu sözleri.

Bunu yapmak çok çeşitli yollarla olur. Kimisi bu ayetin artık hükmü kalkmıştır der görmezden gelir, kimisi de ayetlerin anlamlarını çeşitli yollarla değiştirir.

Demek ki inandım iman ettim demekle bu iş olmuyormuş. Rabbin istediği bir Müslüman, kur’anın bütün hükümlerine iman eden bir Müslüman olması gerektiği, çok açık anlaşılıyor.

Yine bakara suresi 42. ayette zaten bizleri Rabbim uyarıyor ve bakın ne diyor?

Bakara 42: Bilerek hakkı batıl ile karıştırmayın, hakkı gizlemeyin. Hak olan yalnız ve yalnız KUR’ANDIR.

Kur’anın dışından Rabbin vermediği bir hükmü, yine Allah katındandır diye dine sokarsak, hakkı batılla karıştırmış ve gizlemiş oluruz.

Temiz bir bardak suya bir damla mikrop damlattığımızda, nasıl artık o su içilmez oluyorsa, imanımız da aynen böyledir.

Hakkın içine batıl karıştırdığımızda da, bu bilgiyle ulaşacağımız yolun sonu, asla Rabbim e ulaşmayacaktır.

Bu bilgiler ışığında, lütfen günümüz İslam anlayışını karşılaştırınız. Verdiğim tüm ayet örneklerinde Rabbim hakkı batılla gizlemeyin diyerek, gizleyenlere lanet ediyor ve kâfir diyor.

Yazdığım ayetleri anlamaya çalışırken, Rabbin bu uyarısını unutmayalım.

Şimdide aşağıdaki ayete bakalım.

Bakara 174: Allah'ın indirdiği Kitaptan bir şeyi göz ardı edip saklayanlar ve onunla değeri az (bir şeyi) satın alanlar; onların yedikleri, karınlarında ateşten başkası değildir.

Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acı bir azab vardır.

Demek ki iman edenler arasında da yine bir kısım insanlar var ki, Rabbim lanet ediyordu, onu yukarıda ki ayette görmüştük.

Allahın indirdiği kitap tan bir şeyi saklayanlarda var. Yani anlamını değiştirenler, ayetin anlamını saptıranlar, hatta bazı apaçık ayetleri görmezden gelip artık hükmü kalkmıştır diyenler var demek ki. Bakın Rabbim bunu yapanlara ne diyor?

Karınlarındaki ateşten başka değildir. Demek ki cehennemin ateşi bunları saracaktır diyor.

Kıyamet günü yani hesap günüde bunların yüzlerine bile bakılmayacağını, şimdiden bizlere hatırlatıyor.

Tekrar hatırlatmakta yarar var. Tüm bu lanetlenen insanlar, iman ettiğini söylediği halde, Kur’an gerçeklerinin bir kısmını saklayan ve ayetleri saptıranlar için söyleniyor.

Acaba bizler tüm bu gerçeklerin farkında mıyız?

Yine bir başka ayete bakalım. Allah burada kitap ehli insanlardan bahsederek yaptıkları yanlışlar neticesinde, bakın nasıl uyarıyor ve ne diyor?

Aliimran 105–106: Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır. O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır. Yüzleri kararanlara, “İmanınızdan sonra inkâr ettiniz, öyle mi? Öyle ise inkâr etmenize karşılık azabı tadın” denilir.

Rahman gönderdiği apaçık deliller olan kur’anı tebliğ alan, iman ettim diyen, bazı Müslümanların ya da daha önce ehli kitabın yaptığı gibi gönderilen kitaba bakmak yerine, kitap dışı iman edenlerin, düştüğü durumu anlatıyor ve bakın onların yaptığı yanlışı nasıl değerlendiriyor.

Sizlere apaçık delillerle kur’anı gönderdikten sonra, kitap üzerinde tartışmaya girip, onun sözleri üzerinde ayrılığa düşüp, sakın dinde bölünmeyin diyor.

Böyle yapanlara BÜYÜK AZAP edileceğini belirtiyor.

Peki, buradan ne anlamalıyız. Çok açık anlaşılıyor ki, kur’anın dışında hükümler aramak, bölünmek Rabbin en çok kızdığı bir konu.

Bu sözleri birde günümüz İslam ın durumu ile karşılaştırınız, acaba halimiz nicedir dersiniz?

Kur’anın bütününden sakın ayrılmayın diyen Rabbim, benim vermediğim bir hükmün peşinden sakın gitmeyin diye özellikle bizleri uyarıyor.

Bunun tersini yapanlara büyük azap vaat ediyor. Ayetin devamında ise çok güzel bir sahnenin adeta resmini çiziyor Rabbim bizlere.

Hesap günü iman ettiğini zanneden insanları iki grupta topluyor. Bazı yüzlerin kararacağını söylüyor.

Peki, bunlar kimler? Hiç iman etmeyenler mi? Elbette hayır. İmanlarından sonra inkâr edenlerden bahsediyor.

İşte burada çok dikkatle düşünelim, acaba yüzleri kararacak olan inkârcılar kimler olabilir?

Onu da açıklıyor iman ettiklerini söyledikleri halde, gerçek iman edenler gibi kur’anın ipine sarılmayanlar, hurafenin rivayetin peşine koşarak, Rabbin apaçık indirdiği ayetlerin anlamlarını saptıranlar olduğu ayetlerden anlaşılıyor.

İmanınızdan sonra inkâr ettiniz, sözünden elbette tamamen inkâr etmek anlaşılmamalıdır.

İnkâr edilen apaçık bazı ayetlerin, hükümlerini görmezden gelerek, ya da işlerine gelmediği için ayetlerin anlamını değiştirmekten, bu konularda ayrılığa düşenleri kast ediyor Rabbim bu sözleriyle, yani hakka batıl karıştıranlardan bahsediyor.

İşte bu insanlara da azap vereceğini belirtiyor. Hatırlayınız Rabbim nasıl uyarıyordu bizleri, bilmediğimiz emin olmadığımız konular için?

Enam 116: Yeryüzündeki insanların çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Sadece sanıya uyarlar onlar ve sadece saçmalarlar.

İsra 36: Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönlün hepsi bundan sorumlu tutulacaktır.


Hemen bu ayetler üzerinde düşünelim. Sanı nedir? Sanmaktan, zannetmekten gelen bir sözcük.

Yani emin olmadığımız, doğru olması da mümkün olabilecek, yanlış olması da mümkün olan bilgi anlamındadır.

Din ve iman konusunda Rabbim sanıya, bilinmeyen emin olmadığımız bilgilere asla yer vermemizi istemiyor.

İsterse bu çoğunluğun kabul ettiği bir konu dahi olsa. Bu sizi sakın yanıltmasın diyor.

Bilgin olmayan sözlerin, düşüncenin ardından gidersen, senden bunun hesabını sorarım diye ikaz ediyor.

Hesap soracağı kitap hangisiydi?

Elbette apaçık olduğunu söylediği Kur’an. Peki, dostlar rabbim tüm bunları söyledikten sonra, acaba hâşâ sözünden cayarda, başka kitaplardan, bilgilerden, hükümlerden hesaba çeker mi bizleri?

Elbette çekmez diyeceksiniz. Peki, günümüzde yaşadığımız dini, nasıl yaşadığımızın farkın damıyız o zaman?

Yorum sizlerin. Biraz aklımızı başımıza almanın zamanı, sizce gelmedi mi dersiniz?

Aşağıda sizlere hatırlatacağım ayet üzerinde lütfen çok iyi düşünmenizi rica edeceğim.

Tahrim 9: Ey Peygamber! Küfre sapanlarla ve münafıklarla mücadele et ve onlara karşı sert davran! Varacakları yer cehennemdir onların. Ne kötü dönüş yeridir o.

Yukarıdaki ayette Rabbim küfre sapanlar ve münafıklardan bahsediyor. Önce her ikisinin de kur’anı tebliğ almış olan insanlar olduğunu bilelim.

Küfre sapan yani ilk önce Rabbin gerçeklerini tebliğ almış, Müslüman olduğunu söyleyen, fakat daha sonra tüm bu gerçekleri gördükleri halde, yolunu sapıtan, yalnız Kur’ana iman etmek yerine, hakka batıl karıştıran insanlardan bahsediyor.

Peki, münafık sözüyle Rabbim kimlerden bahsediyor olabilir?

Bunlarda kendilerinin Müslüman olduğunu, iman ettiğini her yerde söyleyen kişiler, ama bakın bu kelimenin anlamı neymiş onu anlarsak bu insanların ne tür kişiler olduğunu çok daha iyi anlamış oluruz.

Münafık: İkiyüzlü, araya nifak sokan. Fitnekâr. Ahdini bozan, yalan söyleyen, hıyanet eden.

Demek ki sözde Müslüman olduğunu söyleyen, ama hayatına yaşamına bunu tam olarak yansıtamayan sözde Müslümanlar diyebiliriz.

Peki, rabbim bunlar için neler söylüyor, nasıl bir son bekliyor bunları? Bunların varacakları yer cehennemdir diyor.

Hatırlayınız bu münafık tipler günümüzde çok fazla yok mu sizce?

Aramızda namaz kılar, oruç tutar, kurban keser, hacca da birkaç kez gider ama her türlü lanetliktende geri kalmaz.

Lütfen hatırlayınız bizlere ne öğretmişlerdi? Müslüman olan cehenneme asla gitmeyecektir, azap çekmeyecektir.

Sizce bu ayetti okuyan sizler, bu sözün doğru olabileceğine, bu işin bu kadar basit olduğuna inanıyor musunuz?

İşte kur’ana uymak yerine, Kur’anı kendimize uydurmak bu olsa gerek. Yine aynı konuyu işleyen bir ayeti daha hatırlatmak istiyorum sizlere.

Beyyine 6: Ehlikitap'ın küfre sapanlarıyla müşrikler, içinde sürekli kalıcılar olarak cehennem ateşindedirler. İşte onlardır yaratılmışların en şerlisi.

Yukarıdaki ayette yine müşrikler yani Allaha ortak koşanlardan ve en önemlisi de Ehlikitap içinde olup, küfre sapanlardan bahsediliyor. Peki, küfre sapma şekli ne olabilir bunların? İşte bir ayet öncesine bakarsak onu da anlıyoruz.

Beyyine 5: Hâlbuki onlara, ancak dini Allah’a has kılarak, hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte bu dosdoğru dindir.

İşte buradan çok net anlıyoruz ki, iman edenlerin yani ehli kitaptan olanların bir kısmı, dini yaşarken Allaha has dini yaşamak yerine, başka veliler edinip onlara da kulluk edenler den söz ediyor.

Bu nasıl olur, Rabbin yalnız benden yardım dileyeceksin, yardım isteyecek veliniz yalnız benim emrini, ayetini aldığı halde, beşere de kulluk edip bizlere bu kişilerde şefaat edecek, Allaha yaklaştıracak dedikten sonra, başka velilerde edindiysek, İslam ı Rabbim e has, kur’ana has yaşamamış oluruz.

Böyle yapanlara Rabbim küfre sapma olarak niteliyor. Sanırım bunları yapanlarında cezasının ne olduğu çok açıktır.

Dosdoğru dini yaşamak istiyorsak, Allaha has kılarak yaşamalıyız. Bunun yolu da yalnız ve yalnız KUR’ANDAN GEÇİYOR bunu da unutmayalım.

Yine araştırdığımız konuya çok önemli açıklık getiren, bir ayet daha hatırlatmak istiyorum sizlere.

Aliimran 19: Doğrusu Allah katında din, İslam'dır. O kitap verilenlerin ayrılığa düşmesi ise sırf kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtirastandır. Her kim de Allah'ın ayetlerini inkâr ederse, şüphe yok ki Allah, hesabı çabuk görendir.

Ayeti çok dikkatli inceleyelim, düşünelim.

Burada Rabbim birilerinden bahsediyor, ama bunların Allahın ayetlerini kendi ihtirasları yüzünden, ayrılığa düştüklerini söylüyor.

Bu ne demektir, Rabbin ayetlerde emrettiği manası dışında, ayetlere kendi menfaatlerince, çıkarlarınca anlamlar, manalar verip gerçek anlamından saptırmaktır.

Gerçek iman, Rabbin kitabının tamamına kayıtsız şartsız iman etmekle olur.

Eğer kitabın içinden ayetleri seçerek alır veya bazılarını görmezden gelirsek, bir kısmının da hükmü günümüzde yok diyerek, onların nesih edildiğine inanırsak, işte hataların en büyüğünü yapmış oluruz.

Ayetleri İNKÂR ETME SUÇUNU İŞLEMİŞ OLURUZ.

Allah gönderdiği kitabın tümüne iman etmemizi emrediyor, eğer nesih edilmiş, çıkartılmış ayetler olsaydı bunu da açıkça söylerdi.

Allah cümlemizi bu düşüncelerden korusun. Ayette ne diyor?

Kitap verilenler, yani Kur’ana iman etiğini, kabul ettiğini söyleyenlerin bakın neler yaptığını söylüyor?

Kendilerine ilim yani Kur’an geldikten sonra ihtiraslarından, çıkar ve menfaatlerinden dolayı ayrılığa düşmeleri anlatılıyor.

Bu kadar açık sözleri, gerçekleri anlamayanlar Rabbimin gözlerine perde çektiği, gönüllerine mühür vurdukları insanlardır.

Onlara ne söylersek söyleyelim, Kur’an gerçeklerinin asla farkına varamayacaklardır.

Yine iman edenler içinde rabbimin çok kızdığı bir gruptan söz ediliyor.

Bakara 79: Yazıklar olsun o kişilere ki, Kitap'ı kendi elleriyle yazarlar da sonra onunla basit bir karşılık satın alsınlar diye, "İşte bu, Allah katındandır!" derler. Vay haline onların, ellerinin yazdıkları yüzünden! Vay haline onların, kazanıp durdukları yüzünden!

Buradan da anlaşılıyor ki, Allahın yazıklar olsun dediği, iman ettiğini söyleyen bir grup için söyleniyor.

Fakat bunlar Kur’an da olmadığı halde insanları aldatmak ve kandırmak menfaat elde etmek için, bunlar Allah katından derler diyor.

Daha açıkçası hakka batıl karıştıranlardır. Bu ayetten de anlaşılıyor ki, hesabımızın görüleceği, sorumlu olduğumuz kitap apaçık KURANDIR.

Demek ki böyle insanlarında din ve imanla bir ilgisi olmadığı ve Rabbimin onları lanetlediği çok kötü cezalandıracağı anlaşılıyor. Yorum sizlerin.

Yine Allah iman ettiğini söyleyen, kur’anı okuyan bir topluluğa bakın ne diyor?

Bakara 44: Siz kendinizi unutarak diğer insanlara erdemli olmayı mı öğütlüyorsunuz -hem de ilahi kelamı okuyup durduğunuz halde?- Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?

Sanırım bu ayeti çok fazla izaha gerek yok. Kur’anı apaçık okudukları halde, işine gelen ayetleri görüp istifade eden, kimisini görmezden gelip faydalanmadıkları anlaşılıyor ki, rabbim bu insanları uyarıyor.

Önce sen kendine bak ve okuduğun apaçık ayetlerimi düşün ve yerine getir, onları gizleme, ondan sonra başkalarını eleştir diyor. Bu tip insanlar çevremizde o kadar çok var ki, düşünen akleden anlayacaktır. Aşağıda sizlere hatırlatacağım ayetler yine iman ettiğini söyleyen, fakat kalpleri taşlaşmış ve şeytanın esiri olmuş insanlardan bahsediyor. Lütfen ayetler üzerinde dikkatle düşünelim.

Hac 51: Ayetlerimizi işe yaramaz kılmak için gayret gösterenlere gelince, onlar cehennemin dostlarıdır.

Rabbim bir kısım insanlar var, ayetlerin anlamlarını işe yaramaz hale getirirler diyor.

Bu insanlarında cehennemlik olduğunu belirtiyor. Peki, bu insanlar kimler olabilir?

Hiç iman etmemiş olanlar mı, yoksa iman edipte bazı ayetleri devre dışı bırakmaya çalışanlar mı?

Hiç iman etmeyenler dersek yanılırız, çünkü onlar kur’anın bir kısmına değil, tümüne iman etmiyorlar.

Gelin bu ayetin devamındaki iki ayetten bunların kimler olduğunu öğrenelim.

Şimdi hatırlatacağım ayetler üzerinde çok dikkatli düşünelim lütfen.

Hac 52: Biz senden önce bir resul ve bir nebi göndermedik ki, o bir şey yapmak arzu ettiğinde, şeytan onun arzularına şüpheler karıştırmasın. Bunun üzerine Allah şeytanın karıştırdığı şüpheyi derhal giderir. Sonra da Allah, ayetlerini güçlendirir. Allah, bilendir, hikmet sahibidir.

Hac 53: (Allah, şeytanın böyle yapmasına müsaade eder ki) kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar için, şeytanın kattığı şeyi bir deneme (vesilesi) yapsın. Zalimler, gerçekten (haktan) oldukça uzak bir ayrılık içindedirler.

Rabbimin verdiği iki örnekte çok önemli.

Allah gönderdiği peygamberlere bile şeytanın musallat olduğunu, onları bile yoldan çıkarmaya çalıştıklarını söylüyor bizlere.

Fakat Rabbim elbette buna müsaade etmediğini de belirtiyor.

Peki, 53. ayette ne anlatıyor, işte burası çok önemli. Bizlerin bu dünyada birer imtihanda olduğumuzu, Kur’an dan anlıyoruz.

Şeytanı da imtihanın en büyük sorusu olarak kabul etmeliyiz. Bakın bu ayette Rabbim bizlerin dikkatini çekerek neler söylüyor.

Şeytanın insanlar üzerinde etkisine müsaade ederiz diyor, peki niçin?

Kalplerinde hastalık olanlar, fitne fesat insanlar, kalpleri katılaşanları denemek ve imtihan etmek için şeytan ile imtihan edeceğini söylüyor.

Nasıl bir imtihandı onu hatırlayalım hac 51. ayette söylüyordu Ayetlerimizi işe yaramaz kılmak için gayret gösterenlere.

İşte bizlerin bu konu üzerinde çok dikkatle durmamız gerekir. Günümüzde bizlere söylenenleri lütfen hatırlayınız.

Kur’an da birçok ayetin nesh edildiğini, artık hükmünün kalmadığını söylediğimizde, Rabbin söylediği gibi, ayetlerin bir kısmını işe yaramaz kılmak için, çaba göstermek değil de nedir?

Rabbin apaçık ayetlerini gördüğümüz halde, aslında Allah burada şunları ya da, bunları da söylüyor hüküm veriyor, bunu herkes anlayamaz demekte çok mu farklı?

Rabbim ne diyordu bizlere?

Ben ayetlerimi açık, seçik ve her şeyden nice örneklerle, kolaylaştırarak gönderdim demiyor muydu?

Bunu söyleyen Rabbim, acaba Kur’an da bir hüküm verirken, bir kelimenin ardında herkesin anlayamayacağı bir hüküm verip, daha sonrada bizleri bu hükümden emrinden, sorumlu tutar mı dersiniz?

Rabbim söylemediği halde bunlar Allah sözüdür diyenlere bakın, Yüce Rabbim ne diyor. Bunları yapanlar binlerce kez düşünüp öyle söylemelidir.

Zümer 60: Allah'a yalan isnat edenleri, kıyamet günü yüzleri simsiyah halde görürsün. Kibirliler için cehennemde bir barınak mı yok.

Rabbim söylemediği, hüküm vermediği halde bu Allah emridir diyerek, Allaha yalan isnatta bulunanlar, şunu sakın unutmasınlar; Kıyamet günü bu insanların YÜZLERİ SİMSİYAH OLACAK VE CEHENNEME GİDECEKLERDİR.

Sizlere şöyle bir örnek versem ve desem ki; Siz bilmem kim için o kadın kötü bir kadındır, ondan her şey beklenir dedi desem, söylemediğiniz halde, yalan bir sözü isnat etsem size, bunu söyleyene nasıl bir duyguyla bakarsınız?

Onun hakkında ne düşünürsünüz?

Sanırım en medenice olanı yapar, onu mahkemeye vermek istersiniz. Birde bunu Rabbim e uyarlayalım ve düşünelim.

Rabbimin asla söylemediği, bahsetmediği bir sözü, hükmü bu Allah sözüdür, emridir diye söylersek, Rabbim hesap günü bizlere ne söyler, neler yapar bunu hiç düşünüyor muyuz?

Rabbim böyle olmaktan bizleri korusun inşallah, çünkü bu hata günümüzde o kadar çok yapılıyor ki, örnek vermeye dahi gerek yok sanırım.

Şimdide aşağıdaki ayeti anlamaya çalışalım.

Ahkaf 9: De ki: 'Ben elçilerden bir türedi değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilemiyorum. Ben, yalnızca bana vahye dilmekte olana uyuyorum ve ben, apaçık bir uyarıcıdan başkası değilim.

Yukarıdaki ayet aslında çok şeyler anlatıyor, ama birazcık özgür iradesiyle düşünene tabiî ki.

Rabbim elçisine, deki onlara diyor ve bakın ne söylüyor?

Ben, yalnızca bana vahye dilmekte olana uyuyorum. 

Peki, bu kadar açık söylenildiği halde, bizler neler söylüyoruz?

Birde onları düşünün isterseniz. Çok ilginçtir bizlerin günümüzde çok söylediği ve savunduğu bir düşünce geldi aklıma.

Peygamberimiz onlarca ayetinde bizleri uyarıp BEN RABBİMİN İNDİRDİĞİ KURANA UYARIM bundan başka hiçbir söze uymam sizde ona uyun diyor, fakat bizler tüm bu ayetlerin üstünü örtüp, görmezden gelip, Kur’anın hiç söz etmediği, bahsetmediği, hüküm vermediği onlarca, yüzlerce hükümlerin peygamberimizin hükmüdür diye inanmakta hiç bir kusur görmüyoruz.

Hâlbuki kur’an da onca ayette peygamberimiz bizlere, ben yalnız Kur’ana uyarım siz de ona uyun demiyor mu? Ne kadar ilginç ve bir o kadar da tezat bir durum yaşadığımızın farkında mıyız?

Peygamberimiz ben kur’ana uyarım diyor, bizde peygamberimize uyarız diyoruz, ama acaba uygulamamız sözlerimizi, davranışlarımızı onaylıyor mu?

Bakın size iki ayetin sonundaki iki cümleyi, hükmü hatırlatmak istiyorum. Rabbim insanlara neyle hükmedilmesini istiyor?

Maide 44. Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.

Maide 45: Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerdir.

Hesap günü yanımızda hiç kimseyi bulamayacağımızı asla unutmayalım.

Gelin en garantili yolu seçelim, yanımıza Kur’anı alalım, onu anlamaya çalışalım.

Onun onayından geçen her bilgiden de yararlanalım. İnanın hayatımızın nasıl değiştiğini o zaman çok daha iyi göreceksiniz.

Kusursuzluk Allaha mahsustur, elbette hepimiz hatalar yapacağız, ama önemli olan büyük hatalar, günahlar yapmamak olmalıdır amacımız.

Rabbim cümlemizin yardımcısı olsun.

Haber Kaynağım :
http://www.dunyavegercekler.com/

Kur'an-ı Kerim Mucizesi: Kadın ve Erkek Kalbi

      Allahın mukaddes kitabı Kuran'da geçen kadın ve erkek kalbi ile ilgil mucize bize doğum gerçeğini anlatıyor.

İslam inanışına göre, Kuran'ı Kerim Allahın kitabıdır, Hz. Muhammed'e vahiy yolu ile indirilmiştir.

Ve Kuran'da yazılan herşey Allah tarafından söylenmiştir.

Bu da yine islam inancına göre Allah tarfından söylendiği için Kuran'da yazılan herşey sorgusuz sualsiz doğru ve bilimsel ya da mantıksal bir açıklaması var demektir.

Son yüzyılda gelişen teknolojik ve bilimsel buluşlarda gösteriyor ki Kuran'ı Kerim bundan 1400 sene önce günümüzde ki bir çok şeye değinmiş.

Kadın ve erkek kalbi ve ayetlerle gösterilen bir mucizedir.

Haber Kaynağım :
http://www.haberler.com/

Peygamberlerin Asıl Meslekleri

Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen peygamberlerin mesleklerinin neler olduğunu biliyor musunuz?

HZ. ADEM (AS): İlk ziraat mühendisi ve çiftçiydi.

HZ. İDRİS (AS): İğneyi ilk icat eden, ona delik açan, iplik geçiren olduğundan, terzilerin, konfeksiyoncuların ve örücülerin piri sayılır.

HZ. HUD (AS): Tüccar idi. Bütün tüccarların piri sayılır.

HZ. DAVUD (AS): Demiri işlemiş ve düzenli ordular için zırh yapmıştır.

HZ. SÜLEYMAN (AS): Adil bir devlet adamı olarak Kudüs şehrindeki Dünya'nın ilk ve en büyük kutsal ibadet haneyi inşa edişiyle mimari yeteneğini göstermiştir. 

HZ. NUH (AS): Marangozların, gemicilerin, denizcilerin ve barbarosların piriydi.

HZ. İBRAHİM (AS): Kabeyi yeniden inşa edişiyle,
Mimar Sinan'a önderlik etmiştir.

HZ. LUD (AS): Tarihçi idi. Seyyahların, Evliya çelebilerin piridir.

HZ. İSMAİL (AS): Kara ve deniz avcılığı ile geçimini sağlardı. 

Avcıların piri sayılır. 

Yetmiş dil bilirdi. Tercümanların da piridir.

HZ. İSHAK (AS): Çobandı.

HZ. İLYAS (AS): Dokumacı ve iplikçilerin piriydi.

HZ. YAKUB (AS): Çobandı.

HZ. EYYÜB (AS): Ziraatcıydı.

HZ. ŞUAYB (AS): Ziraatçıydı.

HZ. MUSA (AS): Çobanlık yapmış ve Hz Şuayb (as)'a hizmet etmiştir.

HZ. HARUN (AS): Vezirdi.

HZ. ZÜLKİFL (AS): Ekmek pişirirdi, fırıncıların piriydi.

HZ. YUNUS (AS): Balık avlayıp geçinirdi, balıkçıların piriydi.

HZ. ÜZEYR (AS): Bahçıvandı. Meyve ağaçlarını ilk defa aşılayan, fidan yetiştiren, budama işlerini insanlara öğretendir. Bağ ve bahçe işleriyle uğraşanların piridir.

HZ. İSA (AS): Marangoz ve avcıdır.

HZ. LOKMAN (AS): Doktorluk ve eczacılık mesleğinin piridir.

HZ. MUHAMMED (SAV): Küçük yaşlarda çobanlık yapmış, daha sonra ticaretle uğraşmıştır.

Haber Kaynağım :
http://www.sondakika.com/

Arapların ünlü kadın Şairi Hansa Cüşem Kabile Reisi'nin evlenme teklifine nasıl cevap verdi ?

        Arapların arasında iyi şiirler yazarak ünlenen Hansa'nın hikayesi çok ilginçtir.

Hansa hatun kendisi ile evlenmek isteyen bir kabile Reisini reddederek onunla evlenmez.

Hatta o kabile ve kendisini isteyen başka kabileler ile ilgili olarak, onları yeren şiirlerde yazar.

Sadece toplumlarda ölenler için şiir okurmuş kadınlar. Onun dışında da bu sanata karıştırılmazlarmış.

Hansa hatun,Güzelliği, zekası ve zerafetiyle herkesin dikkatini çekmiştir.

Araplat arasında kadınların şiir yazmaları biraz zor olduğu dönemlerde, hansa bununla meşhur olmulştur.

el Hansa İslam’dan once varlıklı ve nüfuzlu bir ailede yetişen Hansa, güzelliği, zekası ve zerafetiyle toplumunda dikkatleri üstüne çekiyordu.

Başta Cüşem kabilesi reisi ve aynı zamanda şair olan Düreyd, Hansayla evlenmek istedi.

Hatta o sıralarda, Hansa ile evlenmek isteyen başkaları da  vardı.

Ama Hnasa hiç biri ile evlenmek istemedi.  

Düreyd’i yaşlı bulan ve onu küçümseyici şiirle yazan Hansa bir başka kabile reisini red edişini ve gönlünün bir amcazadede oluşunu kaleme aldığı “Raiyye”siyle çok meşhur oldu.

Onu meşhur eden şiiri , bu kabile Reisini çok da mutlu etmedi ne  yazık ki...

İslam’dan sonra katıldığı savaşlarda gördüğü kahramanlık sahnelerini kadın duygusallığı ile ve sade bir dille anlatmıştır.

Özellikle kardeşlerinin ölümünden duyduğu acıyla yazdığı şiirdeki gözyaşı tasvirleriyle adeta mersiye türünün sembolü olmuştur.

Kardeşinin ölümü ile çok sarsılan Hansa bu olaydan sonra daha da duygusallaşmıştır.

Süleym kabilesinden biri ile evlenmiş ve 1 oğlu olmuş. Ama daha sonra o ölünce kendi kabilesinden biriyle evlenerek, 3 çocuk sahibi daha olmuştur.

Şiire ilgi duyanlar erkeklerden ibaret değildi. Eski Arap cemiyetinde kabile savaşlarında ölenlerin ardından ağlayan, mersiyeler okuyan, ölenlerin yakınlarını intikama teşvik etmek amacıyla şiirler söyleyen kadın şairler de vardı.

Tabii İslâm’la müşerref olan hanımlar, şiir okuma biçimini de zamanla değiştirmişti.

Çünkü Gönüller Sultanı (sallallahu aleyhi ve sellem), şairlerin şiirleriyle dine hizmet etmelerini istemişti.

Elemini, derin kederini şairlik ustalığıyla ortaya koymuştur.

Şiirlerinin çoğunu kardeşi Sahr için söylediği mersiyelerle dolu divanı günümüze kadar gelmiştir.

4 oğlunu da şehit veren Hansa, gerçekten de anlatılmaya değer bir şairdir...

Birçok baskısı olan divanı V.de Coppier Fransızca’ya (Beyrut 1889), G. Gabrielli de İtalyanca’ya (Florence 1899, Roma, 1944) çevrilmiştir.

Haber Kaynağım :
http://www.kadinhaberleri.com/

Kadın, hayatın yaşam taşı özü


Kadın; hayatın yaşam taşı anne, eş, arkadaş, yaşamın devamı için anne merhameti ile şefkati ile

- Allah'ın insanlığa Rahmetidir 


- Anne, eş, hayat arkadaşıdır…

Her an bizler için canını feda eden kendisi için hayatını yaşamaya vakti kalmayan ama bazen de horlanan kadınlarımız başlarımızın tacı..

"Müslüman erkekler ve kadınlar, mümin erkekler ve kadınlar Allah'a itaat eden erkekler ve kadınlar, doğru olan erkekler ve kadınlar, namuslarını koruyan erkekler ve kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkeler ve kadınlar...

İşte Allah bunların hepsine mağfiret ve büyük ecir hazırlamıştır.”(Ahzap-15)


Kadın huzurlu ve mutlu ise, toplumda ailede huzurlu ve mutludur, kadın mutlu ve huzurlu değilse, toplumda ailede toplumda huzursuz olacaktır hali ile geleceğimizde olmayacağı gibi mutsuz ve huzursuz olacaktır hayat ve yaşam.

Dini yönden iman ile yetişen, yaşayan aile toplum kadın erkek hayatın devamı merhametin devam etmesi yönünde, insanlığa ışık olacak, belkide erkekler kadar hatta erkeklerden daha fazla merhamet ve şefkatli olan kadın huzur barış ve adaleti sağlayacaktır, yeter ki ona fırsat verelim eğitim verelim yaşamına müdahale etmeyelim.

Kadın var olmasaydı hiçbir şey var olmazdı diye düşünüyorum evet evet.

Çünkü âlemin yüzü suyu hürmetine yaratıldığı, ahir zaman peygamberini doğuran bir kadındır.

Kadın olmasaydı âlem var olmazdı. 

Düşünebiliyor musunuz doğurma işinin erkeğe verildiğini düşünmek bile istemiyorum!

Kadın olmasa idi Hz Muhammed Mustafa (s.a.v) dünyaya gelmezdi.

Allah’ın yaratılış düzeni kadının yaratılmasını gerektiriyordu ve de nasıl yaratılması gerektiğini de en iyi bilen Allah(c.c) olduğuna göre, kadını da en iyi ve güzel şekilde yaratmıştır.

İnsanlığa ve kâinata armağan etmiştir.

Kadına verdiği zarafet, incelik güzellik şefkat ve duygusallık, onun kadın olmasının belki de en büyük özelliği ile donatması, bizim için bir hazinedir.

Kadınsız hayat ruhsuz ceset olarak yaşamaktır.

Hayatın sesi soluğudur kadın. 

Hayata, yaşama ayrı bir ahenk ve desen katandır kadınlar.

Gönül gözümüze, inen nurdur kadınlar.

Bunu böyle bilmek gerekir, buna göre yaşantımızda kadına gereken önemi vererek yaşamalıyız. 

Selam ve dua ile.

Haber Kaynağım :
Milliyet Blog köşe yazarı Mehmet Aluç makalesidir.
http://blog.milliyet.com.tr/

Kadın, eşinden gizlice para alabilir mi?

Kadınların eşlerinden gizlice para almasına dinimiz nasıl bakıyor?

Samanyoluhaber.com'un yeni hizmeti soru ve bilgi sayfalarında dini konulara önemli cevaplar veriliyor.

Bu sayfalarda sizlerin de sorduğu bu sorulardan ilginç biri, 'Kadın, eşinden gizlice para alabilir mi?' şeklinde.

Hz. Âişe Validemizin şöyle dediği nakledilmiştir:

Ebû Süfyan’ın hanımı Hind binti Utbe, Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna girdi ve:

“Ey Allah’ın Resûlü! Ebû Süfyan çok cimri bir adamdır. Benim kendime ve çocuklarıma yetecek kadar nafaka vermiyor. 

Onun malından haberi olmaksızın bize yetecek kadar bir şey alırsam, bana günah var mıdır?” dedi.

Peygamber-i Zîşân Efendimiz:

“Onun malından sana ve çocuklarına yetecek kadarını ma’rûf şekilde ( israf etmeksizin, iyi niyetle) alabilirsin.” buyurdu.

Hadis-i şerifte açıkça ifade edildiğine göre koca, hanımının hakkı olan giyim-kuşam, yiyecek-içecek ve mesken ihtiyaçlarını karşılamazsa kadın, gizlice bu hakkını alabilir.

Bunun dışındaki harcamalarında, hayır yapacak bile olsa para, kocaya ait olduğu için izin alınmalıdır.

Netice itibarıyla kadın, nafakasını gizlice kocasından alma yoluna gitmeden önce, eşiyle meseleyi güzel bir üslupla konuşmalı ve nafakasını talep etmelidir zira ailedeki bütün meseleler karşılıklı anlayış, istişare, sevgi ve saygı çerçevesinde halledilmeye çalışılmalıdır.

Eğer, kocası nafakasını karşılamıyorsa, kadının kendine yetecek kadarını gizlice kocasının kazancından alması câizdir.

Burada zaruret sınırının aşılmamasına, aile içi dengelerin sarsılmamasına ve huzurun bozulmamasına da dikkat edilmesi gerekir.

Haber Kaynağım :
(Kadın ve Aile ilmihali - Işık Yayınları)
http://www.samanyoluhaber.com/

Bir Alman kadın şairin dilinden Hz. Peygamber


18. yüzyılda yaşayan ve Hz. Peygamber’e büyük ilgi duyan bir Alman kadın şair, Karoline von Günderrode. 

“Aşk ve azimle okudum Hz. Muhammed’in hayatını ve öğretisini.” diyen Günderrode’nin hikâyesini derledik.

Kadın şair ve yazarların isimleri tarihte pek geçmez.

Ya rumuz kullanarak paylaşmışlardır eserlerini ya da kendilerine saklamışlardır.

Karoline von Günderrode da bu edebiyatçılardan biri.

Alman edebiyatı romantizm akımının Sappho’su olarak adlandırılır Günderrode; yazdığı aşk mektupları ise geçmişin en güzel mektupları arasındadır.

Karoline von Günderrode, 1780 yılında Karlsruhe’de varlıklı ve saygın bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir.

Altı yaşında babası vefat eder ve annesi altı çocuğuyla yalnız kalır.

Maddi durumları gittikçe kötüleştiği için Karoline, 17 yaşında kilise vakfına yerleştirilir.

Sınırlı imkânlara sahip olmasına rağmen orada felsefe, edebiyat, tarih ve mitoloji alanlarında eğitimini tamamlar.

Zamanının kadınlara biçtiği rol, kendisini mahkûm gibi hissettirir.

Çağında yaşanan devrimler, Karoline’nin özgürlük düşlerini daha da pekiştirir.

Kadınsı erdemlerin kendisini mutlu etmediğini, büyük, parlak ve vahşi şeylerden hoşlandığını, bir erkeğin gücüne sahip olmadan onun tutkularına haiz olduğunu ve bundan dolayı kendisiyle özdeşleşemediğini yazar.

Adımlarını bağlayan zincirlerden sıyrılıp, kendisine zindan olmuş yurdundan ayrılarak neşeli, özgür maviye, sınırsız ötelere gitmek ister. Yazarak sessizliğine ses verir, içinde kaybolduğu çıkmazlara deva bulur. ‘Tian’ rumuzuyla şiirler ve dramalar yayımlar.

18. yüzyılının şair ve yazarları bir yandan Hindistan’la, Hint felsefesiyle, kültürü ve inanışlarıyla ilgilenmeye başlar, öte yandan İslamiyet onlar için bir merak konusudur.

Goethe ile mektuplaşan Karoline von Günderrode de Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’in hayatını araştırır.

Küçük ve gündelik temaları değil, büyük ve hayranlık uyandıran konuları ele alır.

Daha sonra ‘Muhammed’in Çöldeki Rüyası’ adlı şiiri ve ‘Mahomed’ adlı tiyatro eserini yazar.

“Aşk ve azimle okudum Hz. Muhammed’in hayatını ve öğretisini.” Bu cümleyi Karoline, öykülerinin birinde oluşturduğu bir karaktere söyletir.

Ancak edebiyatçılar, bunu, kendisinin fikri olduğu yönde yorumlar.

Karoline ‘Muhammed’in Çöldeki Rüyası’nda Hz. Peygamber’in Allah’a kaderle ilgili yakarışını ve arş-ı âlâ’dan gelen cevabı, yalnız saf ve berrak olanın ebedi ışığa erişeceğini anlatır.

‘MELEĞİN GÜLER YÜZÜ PARLIYORDU’


Günderrode, ‘Mahomed’ adlı tiyatro eserinde ise Hz. Peygamber’in hayatından yola çıkarak Allah’ın birliğinden, merhamet ve adaletinden, kudret ve ilminden, ebedi hayattan, cennet ve cehennemden ve Peygamber’in putlara karşı verdiği mücadeleden bahseder.

Sevimli renklerde bir meleğin Allah Resûlü’ne göründüğünü ve Allah’a daha da yakın olabilmesi için O’nun göğsünü yararak temizlediğini yazar.

Miracı, Efendimiz Hz. Muhammed’in (sas) dilinden şu şekilde anlatır:

“Meleğin güler yüzü parlıyordu, tıpkı ayın Kızıldeniz’in üzerinde parladığı gibi ve elbisesi şafak kızıllığı gibi ışık saçıyordu.

(…) Melek elimden tuttu ve beni hudutsuz mekânlardan geçirdi, tâ ki şafak kızıllığı gibi parıldayan bir kapıya gelene kadar.”

Şair, bu eserini gerçek tarihten esinlenerek, kendi yorumlarını da ekleyip kaleme almış.

Eser, Hz. Peygamber’in duasıyla son bulur:

“Allah’ım, her türlü övgüye layık olan Sensin. Kudretinle bizleri buraya getirdin ve peygamberini bütün milletlere karşı yücelttin. Kadere, O’na itaat et ve zafere O’nun yanında ‘ol ’emrini verdin.”

Karoline von Günderrode, felsefi, estetik ve etik içeriklere sahip olan eserlerinde ölüm, aşk, yalnızlık ve özgürlükten bahseder.

Bir gün akşam gezintisine çıkar ve yanına gümüş hançerini alır.

Bir cerraha, hançerle insanın kendisini en etkili nasıl öldürebileceğini sorar.

26 yaşında, döneminin ona zorla giydirmeye çalıştığı kalıplara sığmadığı ve karşılığını bulamadığı bir aşktan ötürü Ren Nehri’nin kenarında hançeri kalbine saplayarak dünyadan ayrılır.
 

Büyük bir adım değildir ölmek benim için
Hayatımla arasında uçurum olmadı hiç
Dünya vatanım olamadı hiçbir zaman
Ancak semavi yücelikler coşturdu beni hep.

(Günderrode, Magie und Schicksal, s. 426)

Haber Kaynağım :
Gazeteci AHU TEMİZSOY araştırma haber yazısıdır.
http://zaman-online.de/

Kapatılan Kadınlarımız


"Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar. Irzlarını korusunlar.

Görülmesi tabii olan yerler hariç ziynet yerlerini açmasınlar. Baş örtülerini yakalarının üzerine kadar salsınlar.

Ziynet yerlerini izin verilenler dışında kimseye göstermesinler.

Bir de ayak bileklerine taktıkları gizli süsler bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar.

Ey müminler, (önceki kusurlarınızdan dolayı) hepiniz Allah’a tövbe edin.

Böylece korktuğunuzdan emin, umduğunuza nâil olursunuz."

Nûr 24/31

Yasalara göre suç işleyen kişiyi hapishane denen kapalı kutuya yerleştirerek düzenli disiplin altında cezasını çekmesine gayret edilirken bir yandan da uygulanan yaptırımlarla özgürlüğüne kavuştuğunda aynı suçu tekrarlamaması için caydırıcı yöntemler uygulanır. Hücre cezası, görüş yasağı, açık görüşe çıkış yasağı, kaba dayak, sözlü taciz vb.

Suçun failini onu yaratan toplumun göbeğinden çekerek kapalı bir evrenin içine yerleştirirler. Bu kapatma sevdasının sonuçları ne yazık ki çoğu suçluyu daha acımasız ve gözü pek yapmaktadır.
.
            
Aynı uygulamayı başka kılıflar altında, iktidarının emrindeki insanlara uygulayan güç sarhoşları ise daha kesin sonuçlar almak için metafizik kavramların altına kötü niyetlerini serpiştirerek kadınların giyim özgürlüğünü ve devamında kişisel hak ve özgürlerini yüzlerce yıl gasp etmişlerdir.


Tarihinin başlangıcı noktasında kayıtların bizleri onuncu yüzyıla götürdüğü Çin de kadınların ayaklarını henüz bebekken usta işi yöntemlerle bağlayarak onları erkeklerin arzularına göre yeniden şekillendiriyorlarmış.

Bu uygulamadan kasıt küçük ayaklı Çinli kadınlar ordusu yaratarak bizzat Çinli erkeklerin gönlünü ve göz zevklerini hoş tutmakmış. 
.
             
Bu uygulama neticesinde sayısını bilmediğimiz fakat tahmin etmekte zorlanmadığımız birçok Çinli kızın yürümekten aciz kaldığını tahmin edersiniz. 

Ayak fizyolojisindeki bu çılgın buluşun altında ise Çinli kadınları evlerinde tutarak onların toplum yaşantısında yer edinmesini engellemek olduğu malumunuz.

Aynı uygulamanın semavi dinlerdeki karşılığı ise bu sefer ayakların değil kafanın ve yüzün kapanarak erkeklerin huzurunda görünmez insanlara dönüşmeleridir. 
.
             
Bizzat tanrı buyruğu olduğunu her üç büyük din de gördüğümüz kadının kapanmasının altında diğer, kulakları var duymaz gözleri var görmez, düşünenler gibi ben de kadının toplum hayatından dışlanarak erkek için bir arzu nesnesine dönüşmesini ve bu yolla hürriyetinin gasp edilmesi olarak yorumluyorum.

Yetiştiği coğrafyanın erkek egemen geleneğinden sıyrılamayan bu erkek egemen dinler bizzat erkeğin ağzından konuştuğu her kelimesinde belli olan bir doğaüstü varlığın hükümlerini ideallerine kaynak göstererek vicdan muhasebesinden de sıyrılmışlardır.
.
          
Bütün çağlara hitap ettiklerini öne süren bu dinlerin en çokta kendi çağlarına hitap ettiklerini ve bu hususta realiteye yer bırakmayacak kadar kesin olduklarını arkalarından bizlere bıraktıkları kaynaklardan ziyadesiyle görüyoruz.

Bu kısa yazıyı internette dolaşırken rast geldiğim bir Mevlana alıntısıyla bitirmek istiyorum.

"Sizler kadının kapanmasını istedikçe, herkeste onu görme isteğini kamçılamış olursunuz. Bir erkek gibi, bir kadının da yüreği iyiyse, sen hangi yasağı uygulasan da o iyilik yoluna gidecektir. 
.
             
Yüreği kötüyse, ne yaparsan yap, onu hiçbir şekilde etkileyemezsin. Kıskançlık denen şeyi bilme. Cahillerdir kadından üstün olduklarını sananlar.

Cahiller kabadır. Sevgi ve güler yüz nedir bilmezler. Bunlar hayvanî niteliklerdir. Seven erkek ise, kadınla eşittir."

Haber Kaynağım :
Bu yazı Gaybi KUTLU makalesidir.
http://blog.radikal.com.tr/

İslamcı kadın ve kızlar çok dikkat çekiyor

 Milli Gazete Yazarı Mehmet Şevket Eygi şuurlu Müslüman, İslamcı kadın ve kızlara uyarılarda bulundu.

Bunlar mı Uyanık ve Şuurlu Müslüman?


Adam uyanık, kültürlü, bilgili ve şuurlu Müslüman geçiniyor ama 1928'den önce basılmış Türkçe kitapları okuyamayacak kadar kara cahildir. Bu ne biçim uyanıklıktır, şuurdur, bilgidir yahu!..


Adam koyu Müslüman geçiniyor ama beş vakit namazı ya hiç kılmıyor, yahut alaca bulaca yalap şalap kılıyor. Böyle koyu Müslümanlık olur mu?


Adam kendini vasıflı Müslüman gösteriyor ama onda Ümmet şuuru yok; cemaat ve hizip asabiyeti, militanlığı ve holiganlığı var. Böyle vasıflı Müslüman olur mu?


Adam kendini İslamın temsilcisi, sözcüsü sanıyor ama sabah namazı vaktinde yatağa yapışıp leşler gibi uyuyor. Böyle temsilciden sözcüden ne hayır gelir?


Adam sofu ve dindar Müslüman geçiniyor ama cuma ezanı okununca dükkanını, işyerini kapatmıyor.


Adam Kur'an, Sünnet, Şeriat edebiyatı yapıyor ve sonra riba ve faiz ile kredi alıyor. Kur'an, Sünnet, Şeriat faiz ve ribayı (ikisi aynı şeydir) haram kılmıyor mu?


Adam İslam İslam İslam deyip duruyor ve onda Hilafet ve İmamet şuuru yok. Bu adam nasıl bir Müslümandır?


Adam Kur'an ve Sünnete bağlı olduğunu iddia ediyor ama onların kesin şekilde yasakladığı israf ve lükse batmış vaziyette.


Adam zekat İslam'ın şartıdır diyor ve zekatı Kur'ana, Sünnete, Şeriata, fıkha uygun şekilde vermiyor. Bu adam uyanık Müslüman mıdır, uyurgezer Müslüman mı?


Şu İslamcı kadın ve kızlara bakınız:


Üstlerindeki bütün kıyafet, çamaşır ve örtüler Frenk işi. Rengarenk, alaca bulaca, dikkati çeken bu kıyafetlerle sokaklarda, caddelerde, meydanlarda, kamusal alanlarda gezerek erkeklerin dikkatlerini açık kadınlardan daha fazla çekiyorlar. Tenkit edilince de küplere biniyorlar. Bunlar ne biçim İslamcıdır?


Hazret-i Peygamber, Sünnet diyen şu Müslümana bakınız, namazları başı açık olarak kılıyor. 


Halbuki Resulullah Efendimiz (Salat ve selam olsun ona) bütün ömrü boyunca bir kere bile (ihramlı olduğu zamanlar dışında) başı açık olarak namaz kılmamıştır. Bu Müslüman niçin böyle bir sünnet-i müekkede-i 'ayna riayet etmiyor? 


Haber Kaynağım :
http://www.timeturk.com/tr/

Minnet ve Teşekkür


Aklın ve naklin (peygamberler vasıtasıyla insanlara ulaştırılan gerçeklerin) aynı noktada buluştuğu en güzel din hiç şüphesiz İslam dinidir.

İslam, Nur Suresi 32. Ayetiyle, evlendirme konusunda toplumun bütün kesimlerini görevlendirirken, Peygamberimiz bazı hadis-i şeriflerinde, “sünnetime uymayanlar bizden değildir” diyerek nikâhsız kalanları ikaz etmekte ve “Evlenmek benim sünnetimdir.

Benim sünnetime sarılan bendendir” buyurmaktadır.

BİR GELİNİN TEŞEKKÜRÜ

Bu makalemde, evlendirdiğimiz bir gelinimizin teşekkür ve minnettarlık duygularını dile getiren mektubunu sizlerle paylaşmak istiyorum.

Ankara’daki büroma, G.B adında bir hanım geldi. Bu bacımız, bir iş araştırması yaptığını, ancak karşısına çıkabilecek uygun bir delikanlı ile de evlenebileceğini belirtti.

Yaptığımız bazı çalışmalardan sonra kendi kararı ile bu kızımızı İstanbul’a gelin olarak gönderdik. Başından geçenleri bu kardeşimizin kaleminden okuyalım.

“Ben, on üç yıllık evliliği boşanma ile biten bir hanımdım. Eski yaralarımın deşilmesini istemediğim ve artık bir yorum yapmanın da bir fayda sağlamayacağını bildiğimden eski eşimden bahsetmeyeceğim.

Tek diyeceğim ve bildiğim, çok uğraşmış ama olmamış, yuvamı sürdürememiştim. Eski eşimin aşırı alkol alması ve neticesinde yuvamın yıkılmasıydı. Dört çocuğumuz vardı. Mahkeme çocukların velayetini bana vermişti.

İKİNCİ SINIF İNSAN

Şimdi dul bir kadındım. Dul kalana kadar toplumun dullara ne gözle baktığı hakkında en ufak bir bilgim yoktu.

Meğer dul ve boşanmış bir kadını toplumda ikinci ve hatta üçüncü sınıf bir insan durumuna düşüyor hor ve hakir görülüyormuş. Sizi dinleyen ve anlayan kimse olmuyordu.

“Boşanmak veya dul kalmak benim kabahatim değildir” diye feryat ediyordum ama nafile. Sessiz feryatlarınızı yollayabileceğiniz tek makam kalıyordu o da Allah (c.c)’tı.

Çocuklarıma sahip olmak, alkolsüz ve onun rezaletlerinin olmadığı bir ortamda yaşamak ne kadar güzel olurdu. Aynı zamanda birçok sıkıntıyla karşı karşıyaydım. Öyle anlar oluyordu ki kendimi dünyada tek başıma kalmış gibi hissediyordum.

Yaşadıklarım, beni yeniden evlenme fikriyle meşgul etmeye başlamıştı. Lakin bu imkânsız gibi görünüyordu. Yahut karşımdaki insanların telkinleriyle öyle bir bakış açısı içine girmiştim.

Hatta bir defasında tanıdıklarımdan birisi; “Seninle evlenecek kişi her halde evliya olmalı” demişti. Doğru söylüyordu. Dört çocuklu bir hanımı kim eş diye alırdı?

BAHTIM DEĞİŞİYOR

Ama içimde bir yerlerde, “Rabbimin gücü her şeye yeter. O diledikten sonra dağlar bile karşımda birer yol olurlardı” diye düşünüyordum. Nitekim öyle de oldu.

Bir arkadaşım bana bir evlendirme kurumu “Yuvamız” adındaki yerden bahsetti. Buraya evlenmek maksadıyla müracaat ediliyor ve bir form dolduruyormuş.

Formda kendi kişisel bilgilerinizi, nasıl bir eş istediğinizi ve düşünce yapısına kadar her şey yazılıyormuş. İşin benim açımdan işin iyi tarafı boşanmış ve dul olanlarında bu büroya başvurabilmesiydi.

Biraz dinledikten sonra arkadaşıma kızdım. “Lütfen bu konuyu kapatır mısın” dedim. “Ne yani. Kendi ayaklarımla gidip koca mı arayacağım” Bu şekilde bir müracaat nefsime ağır geliyordu.

Çünkü toplum da öyle tabular vardı ki. Bunların üstüne çıkmak, sanki “olmazsa, olmaz” gibi beyinlerimize yerleşmişti.

Lakin hayatım, giderek daha da zorlaşıyordu. Çocuklarımın üvey de olsa bir babaya ihtiyaçları vardı. Yavrucaklar doğru dürüst baba nedir bilmemişlerdi. Komşu çocuklarının kendi babalarını anlatmaları benim çocuklarımda tarifi imkânsız fırtınalar estiriyordu.

Aradan geçen bir yıl, beni “Yuvamız” adlı evlendirme kurumunun kapısını çalmaya yöneltti. Arkadaşımla yaptığım konuşmanın üzerinden bir yıl geçmiş ve ben bu konuyu ancak bir yılda içime sindirebilmiştim.

Kurumun yöneticisi, Nevzat Laleli (Allah ondan razı olsun) beyefendi ile görüşme ve konuşma imkânı buldum. Kendisinin bana ilk sözü; “Kızım, sen önce şu duruşunu düzelt, boynunu bükme öyle” oldu.

Çok tuhaf. İçinde yaşadığım sıkıntılar beni öyle etkilemişti ki bu dış görünüşüme de yansımış ama ben bile durumun farkında değilmişim.

Laleli bey devamla; “Biliyorsunuz ki Hz. Hatice validemiz de duldu ve Hazreti Muhammed’e (henüz peygamberlik verilmeden önce) evlenme teklifini kendisi yapmıştı” diyerek sanki ruhuma ışık tutuyordu.

Laleli ve devamla; “Peygamberimiz devrinde insanlar ve özellikle hanımlar bekâr, dul, boşanmış diye ayrılmıyorlardı. Onların insanî değerlere sahip olup olmamasına önem veriliyordu.

Nitekim Peygamberimiz 25 yaşında ve bekârken Hazreti Hatice validemiz 40 yaşındaydı ve duldu. Ama evlendiler.

Peygamberimiz Hazreti Hatice için; “Ondan daha hayırlı bir kadın görmedim, demişti” diye tamamladı sözlerini.

Ben de bir form doldurdum. Orada sanki bir yerlerim tedavi olmuş gibi hissettim.

EVLENİYORUM

Aradan bir süre geçti. Benimle evlenmek isteyen damat adayları belli oldu. Büro her iki tarafa da form yolluyor ama öncelikle bayan tarafının onayı alınıyordu.

Eğer bir taraftan onay gelmezse büyük bir gizlilik içinde başka uygun adaylar seçilmeye çalışılıyordu.

Netice de benim de onay verdiğim damat adayıyla evlendim. Şu anda bir yıllık evliyim ve artık çocuklarımın üvey de olsa bir babası bulunmaktadır.

Bu satırları yazmamın amacı, evlenmek isteyenlerin böyle bir yerin varlığından haberdar olmalarıdır. Bu kurum benim gibi insanların konularıyla öylesine ilgilidir ki düğünde ve hatta düğün sonrasında ilgilerini devam ettirdiler.

Gelin olarak gittiğim Sultanbeyli’de bile maddi ve manevi problemlerimizin çözümünde hep yanımızda oldular. Yersiz korkulara kapılmamak lazım.

Çünkü, “Allah (c.c) kimseye çekemeyeceğinden fazlasını yüklemez. Eğer iman ediyorsak, her durumda üstün olan bizleriz.”

Haber Kaynağım :
Bu yazı Merhaba Haber Gazetesi köşe yazarı Nevzat Laleli makalesidir. http://www.merhabahaber.com/

Evliler ve Evlenecekler İçin Mutluluğun Reçetesi


SAĞLAM BİR AİLE YAPISININ ÜÇ ÖZELLİĞİ

Toplumun temel taşı olan aile kurumumun giderek yozlaştığını, zayıfladığını ve eski kutsiyetini yitirmeye başladığını, boşanma olaylarının arttığını hep söyleriz, yazarız, çizeriz.

Ancak çatırdayan aile kurumumuzun ayakta kalması için tedbirler alıyor muyuz, bu konuda bir devlet politikamız var mı? Bu sorulara olumlu cevap veremiyoruz.

Aile kurumunu sağlam kılan, uzun yıllar ayakta tutan, Anadolu tabiriyle karı-kocanın bir yastıkta kocamasını sağlayan temel dinamikler nelerdir? Sağlam ve sağlıklı ailelerin ortak özellikleri nelerdir? Bu hususta yapılmış somut bir araştırmadan bahsedeceğim.

Amerika’da yapılan bilimsel bir araştırmaya göre, sağlam ve sağlıklı ailelerin üç ortak özelliği vardır. Bu ailelerin birinci ortak özelliği, dindar olmalarıdır.

İkincisi, karı-kocanın karşılıklı birbirleriyle ilgilenmeleri ve birbirlerine zaman ayırmalarıdır. Üçüncü olarak ta, karı-kocanın birbirini övmesi ve takdir etmesidir.

Aile binasının temel harcı, sevgi, saygı ve güvendir. Karşılıklı sevginin, saygının ve güvenin olmadığı aile kurumu huzur bulamaz ve uzun ömürlü olamaz. Özellikle sevgi, aile binasının taşlarını birbirine bağlar, kaynaştırır, sağlamlaştırır ve ayakta kalmasını sağlar.

Sevgi bir ateştir. Ateş, ilgilenilirse ve beslenirse yanmaya devam eder. Ateşle ilgilenilmezse söner, kaybolur. Evet, sevgi, ilgiyle büyür, gelişir ve serpilir.

En büyük âşıklar, duygusal insanlar değil, sevdiğine zaman ayıranlar, sevgisini ilgiyle besleyenledir. Sevgi, özveri ister, sabır ister, ilgi ister.

Sağlıklı ve güçlü ailelerin üç ortak özelliğini biraz irdeleyelim:
Mutlu, sağlıklı ve uzun ömürlü aileler genellikle dindardırlar, Amerika’da düzenli olarak kiliseye giderler, inançlarına bağlıdırlar, ibadet ve ayinlerine önem verirler.

Dindarlık, sevgiyi ve merhameti gerektirir. Çünkü Din, Allah’ı ve kullarını sevmeyi, bütün canlılara merhamet etmeyi öğütler. Yine dindarlık, namuslu ve edepli olmayı gerektirir.

Çünkü dinde zina haramdır, nikah bağı önemlidir. Nikah akdinde karı-koca birbirlerine Allah için söz verirler. Allah’ın emirlerine riayet eden insanlar, nikah akdine de sadakat gösterirler ve aldatma yoluna gitmezler.

İnanan insan, başta aile kurumunun kutsallığına inanır, Allah’ın her an gördüğünü ve gözettiğini düşünür, kendisini kontrol etmesini bilir, asla heva ve hevesine uymaz, şeytana alet olmaz.
İkinci olarak karı-koca birbirlerine zaman ayırmalıdır.

Bir yastıkta kocayan mutlu çiftler, birbirinin derdiyle dertlenirler, hastalığıyla ilgilenirler, Sağlıklı ve mutlu ailelerde erkek, akşam bir an önce evine dönmek ister, karısı güler yüz ve tatlı dille karşılar, karşılıklı iltifatlar edilir, sohbetler yapılır, hal-hatır sorulur.

Akşamlar adeta iple çekilir, özlemle beklenir. İyi bir aile reisi için, stres atma ve dinlenme mekânları kahvehaneler değil, evlerdir. Yine sağlıklı bir ailede karı-koca gıyabında birbirini över, başarılarını ve yeteneklerini takdir eder.

Çünkü insanlar takdir edilmekten hoşlanırlar. Peygamberimiz, “Sevdiklerinize sevdiğinizi yüzüne söyleyin, bizzat sevdiğinizi ifade edin.” Buyurur. Sevgiler paylaşıldıkça çoğalır, acılar paylaşıldıkça azalır. Evlilik de bir paylaşımdır.

Uzun bir evlilikten sonra ölümün ayırdığı eşlerden geriye kalanın hasretle yaşadığını, öleni hep dualarla andığını görürüz. Günümüzde yıldırım aşkıyla evlenip ertesi gün kavgaya başlayan çiftlere şu tavsiyede bulunabiliriz: İnançlarınıza ve kutsal değerlere bağlı olun.

Nikâh akdine sadakat gösterin. Birbirlerinize zaman ayırın ve ilgi duyun. Birbirinizin sağlık sorunlarıyla ilgilenin. Asla sohbetsiz kalmayın, espriler ve iltifatlar edin.

Birbirinizi övün, takdir edin ve sevdiğinizi söyleyin. Sevgi ateşinin sönmemesi için beslemeye devam edin.

PEYGAMBERİMİZ’İN AİLE HAYATINDAN ÖRNEKLER

Kuran-ı Kerim’de de ifade edildiği gibi, Peygamberimiz(sav.), âlemlere rahmet olarak gönderilen ve en yüksek ahlâki vasıfları üzerinde toplayan en kâmil insandır. Her insan gibi O da yemiş, içmiş, uyumuş ve evlenmiştir.

Her türlü beşerî ihtiyaçlar, O’nun için de geçerlidir. Ancak insanlar içinde, O’nun diğer insanlardan farkı, taşlar içinde yakut gibidir. Cenabı Hak, O’nu özel yaratmış, seçmiş, eğitmiş ve “Hatemü’l Embiya” (Son Resul) olarak göndermiştir.

Ayet-i Kerime’de buyrulur: “Andolsun ki, sizden Allah’a ve Ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için, Allah’ın Rasulü’nde en güzel örnek vardır.”(Ahzap,21)

İşte O’nun bize bıraktığı güzel örneklerinden birisi de aile hayatıdır. Peygamberimiz’in evine “hane-i saadet” yani mutluluk evi denilmiştir. Çünkü O’nun aile hayatı, biz ümmeti için en güzel örnek, en ideal aile modelidir.

Nitekim bir hadis-i şerifte “Ey insanlar! Size, kendilerine sarıldığınızda asla dalâlete düşmeyeceğiniz iki şey(iki rehber) bıraktım. Bunlar; Allah’ın Kitabı Kur’an ve Ehl-i Beytim (ailem)” buyrulur.

Peygamberimiz’in “Ehl-i Beytim” dediği aile bireyleri; hanımları ve çocukları, bizim için yol gösterici birer yıldız, onların her sözü ve davranışı aile hayatımızda uyacağımız ve uygulayacağımız birer örnektir.

Efendimiz’in aile hayatında sadakat, güven, iffet, haya, sevgi, saygı, nezaket, sadelik, güzel geçim, güler yüz, tatlı dil, vefa, samimiyet, ibadet, zikir, adalet, tertip, düzen, temizlik gibi mefhumlar hakimdi. Bu mefhumları tek tek örneklerle açıklayalım:

Hiçbir Peygamberin hanımlarına nasip olmayan sadakat ve bağlılık, Peygamberimiz’in hanımlarında vardı. İlk önce onlar inanmışlar, Allah’n emirlerine ve Peygamberimiz’in sünnetine ilk önce onlar uymuşlardır.

Onlar biliyorlardı ki, Peygambere itaat, Allah’a itaattir. Bir örnek olarak, Ümmü Habibe validemizin henüz müşrik olan babası Ebu Süfyan, Peygamberimiz’in olmadığı bir saatte ziyarete gelip Peygamberimiz’in minderine oturmak isteyince kızı müdahale etmiş, “sen müşriksin, necissin” diyerek mindere oturtmamıştır.

Hz. Peygamber’in aynı anda dokuz hanımı olmuş, O dokuz hanımını adâlet üzere, sabırla idare etmesini bilmiştir. Ancak O şehevî ve nefsâni arzularından dolayı değil, çok daha ulvi gayeler için evlenmiştir. Çünkü ilk gençlik yılları olan yirmi üç yılını, tek hanımıyla, Hz. Hatice validemizle geçirmiştir.

Daha sonraki yıllarda, sünnetin tesbitinin ve kadınlara tebliğinin yapılması, İslamiyet’in kadınlarla ilgili inceliklerinin daha kolay anlatılması, birçok sahabenin kendisiyle akrabalık bağı kurmak istemesi gibi sebeplerle evlilikler yapmıştır.

İçlerinden bir tek Aişe validemizi kız olarak almıştır. Bu sevgili annemiz, uzun yıllar sahabelere ve özellikle sahabe hanımlarına müftülük yapmış, Peygamberimiz’in aile hayatıyla ilgili ve değişik konularda 2110 hadis rivayet etmiştir.

Peygamberimiz, dul olarak aldığı bazı hanımlarının eski kocalarından yetim çocuklarına babalık yapmış, kol-kanat germiştir. Bir kısım kabile reislerinin ve ileri gelenlerin kızlarını almak suretiyle, İslam’ın o kabileler de kabul görmesini ve daha çabuk yayılmasını sağlamıştır.

Evet, Peygamberimizin her fiili, her davranışı, her sözü derslerle ve hikmetlerle doludur. Bir ayet-i kerime’de “O havadan konuşmaz, O’nun her sözü ve fiili vahye dayanır.” buyrulur. (Necm Suresi,3-4)

Peygamberimiz’in hanımları arasında da, kadınlık gayretlerinden dolayı zaman zaman kıskançlıklar yaşanmıştır. Peygamberimiz bunları sabırla karşılamış, “Ümmetime kadınlardan daha büyük fitne bırakmadım” buyurmuştur...

Bir defasında Aişe validemizle aralarında çıkan bir tartışmadan dolayı Peygamberimiz, hakem olarak Aişe validemizin babası Hz. Ebu Bekir’i çağırmıştı.

Aişe validemiz, “Doğru söyleyeceksen önce sen konuş Yâ Rasulallah” deyince, “Allah’ın Rasülünden daha doğru kim vardır, Allah Rasülü yalan mı söyler?” diyerek.

Hz Ebu Bekir kızına kızmış, dövmek istemiş, Peygamberimiz ise müsaade etmemişti. Hazreti Peygamber, hiçbir hanımına elini kaldırmamış, ağır sözde bulunmamış, tatlı hitaplarla gönüllerini almıştır.

Mesela, Aişe’ye çok zaman Hümeyra (Pembecik) diye hitap ederdi. “Sizin hayırlınız kadınlarına hayırlı olandır” buyurmuştur. Özellikle hanımı Aişe’ye mescidde yapılan bir gösteriyi kendi omuzundan izlettirmiş, onunla koşu yarışları yapmıştır.

Hanımların bindiği develeri hızla süren bir sahabeye, “Develeri yavaş sür, kıristalleri kırarsın” buyurarak hanımları kristallere, cam eşyalara benzetmiştir.

İkindi namazının ardından bütün hanımlarını tek tek ziyaret eder, hal-hatır sorar, ihtiyaçlarını öğrenirdi. Hafsa validemizin evinde bal şerbeti içmek için birkaç dakika fazla kalması, Aişe ve diğer hanımlarının dikkatini çekmiş, kıskanmışlardı. Bu kıskançlık büyümüş, bir ay hanımlarına küsmesine sebep olmuştur.

Yine Aişe validemizi evinde ziyaret ederken, başka bir hanımı Safiye validemiz, hizmetçisiyle bir tabak içerisinde hurma göndermiş, ev sahibi Aişe(ra.), tabak getiren çocuğun eline vurmuş, tabak kırılmış, hurma yere saçılmıştı.

Peygamberimiz, dökülenleri oturup toplamış, hizmetçi çocuğa da, “Kusura bakma, annen kıskandı” buyurmuştur. Kırılan tabağın yerine de Aişe’ye bir tabak göndertmiştir.

Evet, Peygamberimiz, kadınların zaaflarını biliyordu. “Kadınlar eğe kemiğinden yaratıldı. Onları doğrultmaya kalkarsanız kırarsınız. Kendi haline de bırakırsanız daha çok eğilir, onları o haliyle idare edin. Onların en eğri kısmı da yukarı kısmı yani dilidir.” buyurdu.

Peygamberimiz, hanımlarınn ev işlerine, koyun sağmalarına yardım ederdi. Damadı Hazreti Ali ile kızı Fatıma arasında iş taksimi yapmış, kızına evin iç işlerini, Ali’ye de dışarıdan kazanıp getirmeyi vermiştir.

Yetimleri ve evde hizmet eden cariyeleri evlendirmiş; Aişe validemiz, bizzat birçok yetim kızın çeyizini hazırlamıştır. Bunlardan biri de Berire isimli bir cariyedir.

Peygamberimiz, kadınların haklarına, aralarında adaletli olmaya son derece özen gösterirdi, bunca işine rağmen onları asla ihmal etmezdi. Hazreti Ali’nin ifadesine göre, O gününü üçe taksim eder, üçte birinde ümmetin işleriyle uğraşır, üçte birinde ibadet eder, üçte bir vaktini de hanımlarına ayırırdı.

Her gece birinin evinde misafir olur, genellikle misafir olduğu hanımın odasına diğer hanımlarını da çağırır, gece olunca herkes evine giderdi. Peygamberimizin hanımları özel olarak seçilmiş, son derece iffet ve haya sahibi kadınlardı. Onlar, “ümmehâtü’l mü’minin” yani mü’minlerin anneleriydi.

Öyle olduğu halde “Ezvac-ı Tahirat” (Efendimizin pak hanımları), tesettür ayeti geldikten sonra yabancı erkeklerle hep perde arkasından konuşurlar, haremlik- selamlığa dikkat ederlerdi.

Bir defasında gözleri a’ma olan Abdullah ibni Ümmü Mektum ziyarete gelmiş, Peygamberimiz, hanımlarına perde arkasına geçmelerini emretmişti. Hanımları, “O’nun gözleri görmez ey Allah’ın Rasüiü!” deyince Hazreti Peygamber, “O’nun gözleri görmezse sizin de mi görmez” buyurmuştur. Yol kenarlarında, kapı önlerinde oturup gelip geçeni izleyen hanımların kulakları çınlasın!

Peygamberimiz(as.), hanımlarına karşı son derece vefalıydı. Özellikle yirmi beş sene beraber kaldığı ve altı çocuğunun annesi olan Hadice validemizi, vefatından sonra sık sık anar, “Ah Hadice!” derdi.

Hatice’den olan baldızının sesini onun sesine benzetir, baldızına özel olarak ilgi gösterir, iltifat ederdi. “Allah sana daha güzel ve daha genç hanımlar verdi, hâlâ Hadice’yi anıyorsun” diyen Aişe validemize, “Hadice başkaydı, O’ndan iyisi olmadı.

Etrafımda kimse yokken beni malıyla O destekledi. Bana eziyet ettiler, O beni teselli etti. Bana O çocuk verdi, çocuklarımın annesi oldu” buyururdu. Peygamberimiz’in evinde hep namaz kılınır, Kur’an okunur, zikirle meşgul olunurdu.

Hanımlarının hepsi ibadete düşkün kadınlardı, sıksık oruç tutarlardı. Çok zaman kendisi geceleri hanımlarından müsaade alarak kalkar, ayakları şişinceye kadar kıyamda durur, saatlerce secdede kalır, gözyaşları secde yerini ıslatırdı.

“Bu kadar kendinize niçin eziyet ediyorsunuz Ya Rasulallah?” diyen Bilal’e, “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı Ya Bilal!” derdi. Sabah namazlarına giderken kızı Fatıma’nın evine uğrar, namaza kaldırırdı.

“Sizden birisi mescidde namazını kıldıktan sonra evine de bir nasip bıraksın” buyurarak evde nafile namaz kılmanın önemini vurguladı. Başka bir hadiste de, “Allah’ın zikredildiği ev ile Allah’ın zikredilmediği ev, ölü ile diri gibidir.” buyurdu.

Peygamberimiz’in sofrasında çok zaman katık bulunmaz, günlerce iki siyah yiyecek olan hurma ve su ile idare ederlerdi. Aişe validemiz, “Bizim evlerimizde aylarca duman tütmezdi, pişmiş yemek görmezdik, iki siyah yiyeceğimiz olurdu” demiştir.

Peygamberimizin hanımlarının hepsi cömert, hepsinin eli ve sofrası açıktı. El emeğiyle, deri tabaklayarak kazandıklarını fakirlere dağıtırlar, yetimleri evlendirirler, isteyeni boş çevirmezlerdi.

Aişe(ra.)den rivayet edilmiştir: Bir kerresinde bazı kadınları Resul-ü Ekrem’e,
“Hangimiz (evvel ölüp) en çabuk sana kavuşacaktır?” diye sormuşlardı. O da cevaben:
“Eli uzun olanınız” buyurmuştu.

Bu defa Peygamberin hanımları bir kamış endaze alıp kollarını ölçmeye başlamışlardı. İçlerinden en uzun kollu kadın Sevde binti Zem’a idi. Aişe validemiz şöyle diyor: “Resul-ü Ekrem’in vefatından sonra öğrendik ki, kolu uzun olan kadın, sadakası bol, eli açık kadın demekmiş.

(Tecrit,c.5,no:701)

Devam Edecek ......


Haber Kaynağım :
Bu makale Merhaba Haber gazetesi köşe yazarı Recep Öğütçü tarafından yazılmıştır.
http://www.merhabahaber.com/

Yetimler

 
“Seni yetim bulup da barındırmadı mı?” 
(Duhâ Sûresi, 6. âyet) 
 
Hangi alanda olursa olsun ve hacmi ne kadar olursa olsun hayır işini asla küçümsememek lâzım. Çünkü; küçücük görünen ve insanın gözünde hiçbir değeri olmayan bir şey, Allah katında çok makbul olup insanı Cehennem ateşinden koruyabiliyor. 
 
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimiz (asm), “Bir hurma tanesinin yarısıyla dahi olsa, kendinizi Cehennem ateşinden koruyun. 
 
(Bir hurmanın yarısını) bulamayan kimse, (o zaman) güzel kelimelerle (tatlı sözlerle, kendisini Cehennem ateşinden korusun!..)” diye buyurmuştur. 
 
Sadakayı teşvik eden yukarıdaki hadiste, ölçü olarak “bir hurmanın yarısı” ve “güzel kelime”nin verilmesi üzerinde iyice düşünmek lâzım. 
 
Şüphesiz ki; Allah (cc), ihlâsla yapılan hayır işlerini sahipleniyor. Buğday tanesi kadar küçük bir hayır, bakıyorsunuz devâsa bir çınar oluverip âleme dal budak salmış. 
 
Bu konuda Arap âleminden bir örnek vermek istiyorum: 1993 yılında Mısır’da kurulan “Dâr el- Orman Sosyal Yardımlaşma Derneği”, kurulduğundan beridir yapmış olduğu yardım çalışmalarını Mısır’daki yetim ve dullar üzerine yoğunlaştırmış. 
 
Teberruatları da sadece Mısırlılardan toplayan dernek, yapmış olduğu bir çok faaliyetin yanında, her yıl Nisan ayının ilk Cuma gününü “Yetim Günü” olarak kutlamaya başlamış. 
 
Bu güzel faaliyet, Mısır toplumunun takdirini kazanınca, Arap Birliği Teşkilâtı 2004 yılında bir karar alarak her yıl Nisan ayının ilk Cuma gününün bütün Arap ülkelerinde “Arap Yetim Günü” olarak kutlanmasına karar vermiş. 
 
Subhânallah! Bir grup Mısırlı hayırseverin ihlâslı girişimi, Allah tarafından böylece bereketlendirilmiş işte. 
«««
2004 yılından beridir kutlanan “Arap Yetim Günü” çerçevesinde, Kuveyt’te de bir çok faaliyet düzenlendi. 
 
İslâm toplumunun yetimlere karşı dinî ve sosyal olarak mesuliyetlerinin olduğunu hatırlatmak isteyen çeşitli hayır dernekleri, yetimi gözetip kollamayı (Kefâletü’l- Eytâm) teşvik edici programlar yaptılar. 
 
Kuveyt devletinin resmî zekât müessesesi olan Beytüzzekât da bunlardan biriydi. 
 
30 yıl önce kurulmuş olan Beytüzzekât (Zekât Evi/ Fonu); hem Kuveytli hayırseverlerden, hem de ülkede ikamet eden farklı milletlerden Müslümanların vermiş oldukları zekâtlarla, büyük hayır projelerine imza atıyor. 
 
Müessesenin üstlendiği çok önemli hayır işlerinden biri de “Yetim Sponsorluğu”dur.
 
Beytüzzekât, hayırseverlerden bir yetim hâmiliği için ayda 15 dinar toplayarak (yaklaşık 95 TL), 27 İslâm ülkesinde 30 bin yetime barınak, gıda, sağlık ve eğitim imkânı sunuyor. 
 
Ayrıca; her yıl, bakımını üstlenmiş olduğu bir grup yetimi Kuveyt’te 1 hafta misafir ediyor ve bu vesileyle yetimlerle kefil aileleri (Sponsor aileler) birbirleriyle tanıştırıp kaynaştırıyor. 
 
“Arap Yetim Günü” münâsebetiyle Beytüzzekât tarafından Kuveyt’te misafir edilen yetim çocuklar, Kuveyt el- Vatan Tv kanalının en popüler programlarından olan “Tevvel Leyl” (Gece girerken) konuk oldular.
 
Farklı milletlerden yetim çocuklar, âdeta birbirleriyle kardeş gibi olmuşlardı ve öylesine mutluydular ki görmeliydiniz! Eminim ki aynı mutluluğu, belki de daha fazlasını, bu yetimlere kefil olan aileler de yaşıyorlardı. 
 
Çünkü, yetimlerin babası Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın işaret parmağı ve orta parmağını yanyana getirerek buyurduğu şu iki Hadis-i Şerifine mazhar olacaklarını biliyorlardı:
 
“Kendi yetimini veya başkasına ait bir yetimi himâye eden kimseyle ben, Cennette şöyle yan yana bulunacağız.”
 
“Ben ve yanakları solmuş dul kadın, kıyamet gününde, yan yana iki parmak gibi beraber olacağız. Mevki ve güzellik sahibi bu kadın, kocasından dul kalmıştır. 
 
Kendini yetimlerine adamış ve bu durum onlar evleninceye, ya da ölünceye dek böyle devam etmiştir.”
«««
Ne yazık ki, dünya genelinde milyonlarca yetim var. Son yıllarda iyice artan iç savaşlar ve âfetler neticesinde sayıları giderek artıyor. 
 
UNICEF’in 2009 yılı tahminlerine göre, dünyadaki toplam yetim sayısı 165 milyon civarındaymış ve yakın gelecekte bu rakamın çok fazla artacağı tahmin ediliyormuş. Bu rakam içinde, İslâm ülkelerinin payı büyük. 
 
Meselâ, Irak’da tam 5 milyon yetim varmış. Libya, Yemen, Suriyedeki halk ayaklanmaları neticesinde ölen binlerce insanın geriye bıraktıkları yetimlerin sayısı ise henüz bilinmiyor! (http://www.ihh.org.tr/yetim/tr/)
 
Cenâb-ı Hak Bakara Sûresi 222. âyette yetimlerin konumunu belirlemiş ve “Onlar sizin kardeşlerinizdir” diye buyurmuştur. Yani yetimleri kollamak, hem kardeşlik, hem de insani görevimizdir. 
 
“Bir de sana yetimleri soruyorlar. De ki: ‘Onların durumlarını düzeltmek hayırlıdır. Eğer onlara karışıp (birlikte yaşar)sanız (sakıncası yok). (Onlar da) sizin kardeşlerinizdir. Allah bozguncuyu yapıcı olandan ayırır. 
 
Allah dileseydi sizi zora sokardı. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
 
Bu gün; İHH, Kimse Yok mu, Cansuyu, Çare gibi Türkiye’de faaliyet gösteren bir çok yardım kuruluşu topladıkları zekât ve sadakalarla İslâm ülkelerinde yetimhâneler açıp biçâre çocuklara âb-ı hayat oluyorlar. 
 
Bu yetimlerin su içtikleri pınarın kaynağına destek olmak dini ve insanlık vâcibimizdir.
 
 Bankaya talimat vererek maaşımızdan 10 TL dahi olsa yetime ayırmak külfetli bir iş değildir. Lütfen, küçük meblâğ diye çekinmeyin; siz başlayın, Allah onu bereketlendirip 100 TL belki daha fazla yapar inşaallah! 
 
Bir an öldüğümüzü ve arkada bakıma muhtaç evlâtlarımızın kaldığını hayal edelim. Ne kadar acı bir durum değil mi? 
 
Bu yüzden, kendi çocuklarımız yetim kalmadan önce başkalarının yetimlerini düşünelim ve gönderdiğimiz yardımlarla onların başını okşayalım. 
 
Özellikle de, şefkat ve rahmet Peygamberi olan Hz. Muhammed’in (asm) anıldığı Kutlu Doğum Haftasında. Emin olun ki, anma haftası münâsebetiyle birbirimize gül dağıtmanın yerine (yanında) şefkatle bir yetimin başını okşamak veya okşanmasına vesile olmak, Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ı çok memnun edecektir.
 
“Bir kimse sırf Allah rızası için bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç teline karşılık ona sevap vardır.” (Hadis-i Şerif)
 
Not: Muhterem okuyucularım! Daha önceden başlamış olduğum kitap çalışmalarım üzerinde yoğunlaşmak istediğimden, bundan sonra yazılarımı haftalık değil de, ara ara yazacağım. Muvaffak olmam için hâlis duâlarınızı bekliyorum.
 
Haber Kaynağım :
Bu makale Suna Durmaz tarafından yazılmıştır.